31 Aralık 2007 Pazartesi

sen yine olduğun gibi kal

Çok yoruluyoruz, çok boğuluyoruz bazen bu şehirde, bazen de sıkılıyoruz. Ama bazı günler oluyor bazı zamanlar, şehri de daha başka seviyorsunuz, denizini de, soğuk esen rüzgarını da.

Bebekte gece bankta otururken önce titriyorsunuz, sonra geçiyor. Hava aynı soğuklukta olsa da bir daha üşümeyeceğinizi biliyorsunuz.

O an sizi sohbetiyle, sıcaklığıyla, gülüşüyle canlı tutan, kendinize getirene teşekkür etmek istiyorsunuz.

Teşekkürler..

17 Aralık 2007 Pazartesi

Biraz da William Adama'dan konuşalım


Yaz aylarından bu yana benim için uzaktan uzağa efsaneye dönüşen Battlestar Galactica dizisinin peşindeydim. Evin ordaki dvdciye aylarca her gün geldi mi dvd'lerim diye sordum. Üç sezonu birden istiyordum çünkü..


Geçen ay başı geldi ve beklediğimden de iyi, tek kelimeyle inanılmaz çıktı. Gerçeklik duygumu kaybettim bu diziden sonra, bir dizi bu kadar iyi olamazdı. Her bölümü her anı dolu dolu.. Ya cidden niyetim diziyi anlatmak değil, güzelliği bozulur her cümlemde.. Ben sadece Battlestar Galactica dizisinin amirali William ( Bill ) Adamanın bazı sözlerini yazacağım.. Olur da bir gün izlerseniz hatırlarsınız ve o anlara daha dikkatli bakarsınız.. Unutulmaması gerekenleri yazmak da benim görevim bir yönden..


emeklilik konuşmasından. hazırladığı klişe konuşma yerine teması bu laf olan efsane bir konuşma yapmıştır. dizinin tüm özeti 25 snde verilir :


"but we never answered the question "why?" why are we as a people worth saving? we still commit murder because of greed and spite and jealousy, and we still visit all of our sins upon our children. we refuse to accept the responsibility for anything we've done, like we did with the cylons. we decided to play god, create life. when that life turned against us, we comforted ourselves in the knowledge that it really wasn't our fault, not really. you cannot play god and then wash your hands of the things that you've created. sooner or later, the day comes when you can't hide from the things that you've done anymore."


Eski düşman yeni dostun sorusu şu şekilde cevaplanır :


sharon agathon: how do you know? i mean, how do you really know that you can trust me?

william adama : i don't. that's what trust is.


başka bir konuşmada bütün ekibine şu şekilde seslenmiştir :


"it's interesting. betrayal has such a powerful grip on the mind. it's almost like a python. it can squeeze out all other thought. suffocate all other emotion until everything is dead except for the rage. i'm not talking about anger. i'm talking about rage. i can feel it. right here. like it's gonna burst. feel like i wanna scream. right now, matter of fact."


oğluna bir keresinde şöyle bir ayar vermiştir :


william adama : every man has to decide for themselves which side they are on.

lee adama: i didn't know we were picking sides.

(walks off)william adama: that's why you haven't picked one yet.


ama başka bir konuşmada rütbe farkını bir kenara bırakıp baba-oğul gibi konuşmuştur :


lee adama: you know, sometimes it feels like the whole ship thinks starbuck would do better.

william adama: i don't.

lee adama: how can you be so sure?

william adama: 'cause you're my son. get some rest, you're gonna need it.


ben bu adamdan, bu dizi karakterinden, hatta ilk defa bir dizi karakterinden bu kadar çok şey öğrendim.. Hepimiz öğreniyoruz ayakta durmayı, ama bill adama gerçek olmasan da cidden katkıda bulunuyorsun. Nasıl adamsın anlamadım ki..


15 Aralık 2007 Cumartesi

erkeğini isteyen gelir alır

Senelerden kaç bilmiyorum ama okul yılları 2. ya da 3. sınıftayız bi cafede sevgili kankilerim fatma nur ve melikeyle iki çiçek bir böcek oturuyoruz..

Kızlar dertliler ikisinin de o dönem yakınlaştığı ama bir türlü olamayan birileri var, çocuklar işin adını koymadığı için rahatsızlar, serzenişteler.. Bi süre dinledim ama yok olcak gibi diil beynim şişecek.. Tek bir cümleyle kesip attım, ki bu cümle sonraları bi efsaneye dönüştü:
"Erkeğini isteyen gelir alır"
Yani vıdı vıdı yapacağınıza gidin çocukları kolundan tutun getirin, devir değişti..
Derken konu bana geldi, o sıralara facebook ağzıyla it's complicated denebilecek bir ilişki halim vardı bi kızla ama olamıyorduk bi türlü, ne oldu dediler, olmadı dedim, aaa üzüldük
hoşlanıyordun dediler, bilmiyorum dedim ve ikinci bombayı patlattım..

"Bir kız benden hoşlanmadıysa aslında ben ondan cidden hoşlanmamışım demektir"

Megaloman olduğumu çoğunuz biliyorsunuz..Benden beklenecek bi cevaptı..Derken bu yaz bu sözlerime bir yenisini ekledim..

"Yazın Deniz Çevik'le takılacak kızın ajandası olmalı"

Yani yaz aylarinda her gün başka bir gezmede olan benimle takılacak kız misal bir hafta önceden çarşamba 7 11 arasında müsaitsem ona göre ayarlamalı kendini, cumartesi havuza gideceksek cumadan manikürünü pedikürünü halletmeli programlamalı kendisini vs vs.. Ama çektiği eziyete değecektir çünkü ben kadınımı yaşatırım :)

Bir de bu sözlerimin yanında beğendiğim kız modeline uyan ve gerek fatma nurla gerekse burcuyla kısaca cücük olarak adlandırdığımız kızlar için ürettiğim önemli deyişler var.. Öncelikle cücük nedir kime denir bunu açıklama istiyorum..

Cücük: Deniz Çevik tarafından fiziksel olarak güzel bulunan, boyları 158 ile 167 cm arasinda değişen, ekseriyetle beyaz tenli düz saçlı hokka burunlu küçük çeneli ve derin bakışlı, minyon olarak tarif edebileceğimiz, yine ekseriyetle güzel gülüşlere sahip olan ne zayıf ne de şişman orta karar kızlara cücük diyoruz.

Bi de sevgili kankim Burcu'nun sevdiği erkek türü olan bizim patates olarak nitelendirdiğimiz bir tanım daha var ki bazı cücük sözleri patateslerle birlikte anılır. Patates de genellikle tombul yanaklara sahip uzun iri kirli sakallı, kızılımsı ya da beyaz tenli erkeklere denir ama kocaman yanak şarttır hatta yüzün önemli kısmını kapsar ama adam şişman da olmamalıdır..
Gelelim sözlere :

"Havada cücük kokusu var"

"Cücükler burada patatesler nerede"


"Cücük mevsimi"

"Cücüğümü yedim bekliyorum"

"Cücük olunmaz cücük doğulur"

"Cücüksüz kaldım duvarlar içinde, elimden çekip aldığın cücük nerde"

Bu sözler üzerine geçen gün geyik çevirdiğim Miray da bir sözle repartuarımı genişletti "Masaj için soyunurum", cidden kopardı beni, benzerlerini geliştirmye niyetliyim..Yeni quote formatlarına açığım sevgili arkadaşlar :)

1 Aralık 2007 Cumartesi

siluet

gecenin bir yarısı..
daha doğrusu akşamın sonları..
sokağında..
eskiden senin de uğradığın..

neden orada olduğun..
önemli değil artık..
aynı şarkılardaki..
tıpkı filmlerdeki gibi..
silueti görürsün karşı kaldırımda..

o bir yerden çıkmıştır..
sen bir yerden..
siluete bakmazsın..
hissedersin yan gözle..

adımların hızlanır..
çocuk gibi zıplarsın uzaklaşmak için..
o da seni fark eder..
ama tanımak için daha dikkatli bakar..
sense çevirmezsin bakışlarını..
gitme/lerde olan sensindir çünkü..
gitmen gereklidir..

en güzeli..
sadece siluet olduğu için..
bilemezsin seni hızlandıranın o mu olduğunu?

derken zamanla..
her yabancı bir yanılsamaya..
her yanılsama bir yabancıya..
dönüşür..

21 Kasım 2007 Çarşamba

bir nevi günlük

bir nevi günlükse bu site hakkı verilmeli..

sevgili blog,

bu yaz aylarını ve hatta güzü gerek sağlık gerekse gönül meseleleri ekseninde tatsız geçirdim biliyorsun..iş konusunda olumlu ya da olumsuz bir şey yaşamadım.. ancak burç sayfalarında mahşerin üç atlısı silüetinde yer alan sağlık-aşk-iş bölümlerinin sağlık ve aşk kısımlarında aylardır vasat altıydım ve bu durum da halet-i ruhiyemi kötü etkilemeteydi.. ama bu sabah bir ferahlama,bir huşu, bir huzur ve bir mutluluk halinde uyandım..

böyle bariz bir mutluluk ve huzur.. anladım ki öyle geçmişte yazdığım gibi yeni bir sabaha uyanacağım naraları ile, yok huzur arıyorum artistlikleriyle, yok şöyle yazarım böyle derinim cafalarıyla bu iş olmuyormuş :) kendiliğinden oluyormuş

ve şimdi bu yakaladığım mutluluğun başka birinin etkisiyle olmaması benim için en güzel olanı.. hayatıma giren birisiyle kapamadım bu kez eski mutsuzluklarımı, kendiliğinden iyileşmelerini bekledim..

şimdi gerçekten iyiyim, çok iyiyim..


Deniz

13 Kasım 2007 Salı

cajon alamama halleri

Belki hatırlarsınız yaklaşık bir buçuk ay önce cajon(kahon diye okunur ) çalgısıyla ilgili bir yazı kaleme almıştım.( Bkz : hola ) Söylemesi ayıp bu yazıyı takriben bende bu çalgıyla ilgili bir dellenme durumu oluştu. Yani evet öncesinde de çok seviyordum velakin yazıyı yazınca accaip gaza gelip bir an önce edinmek istedim.

Kadınım yok ama neden kahonum olmasın serzenişiyle hemen internette sörçledim. Ülkemizde sadece bir çalgı dükkanında buna rastladım. Senkop müzik. Zaten ünlü de bir yer. Markalara baktım, fiyatlara falan, düşmez batmaz avrolu fiyatlar yerine dolarla paritelenmiş ürünler daha çok ilgimi çekti. Ama cidden bayağı bir çeşit vardı. Dedim ki içimden oğlum aletin sürümü manyak, bayağı seveni varmış.

Yazımdan sonraki ilk haftasonunda niyet ettim bu enstrümanı almaya. Cuma bizim Can'ı aradım.

Deniz : " Alo hafız ne yapıyon ? "

Can : "Ne yapıyım kanka ya ders çalışıyorum bitmiş benim hayatım" ( Tusa hazırlanıyor )

Deniz : "Bak gel yarın gezelim biraz kafanı dağıtalım hem, var bir planım "

Can : " Aha, olayın mı var ? "

Deniz : "Yok müdür ne olayı, cajon var ya hani sanduka ondan alcam"

Can : "Ya ben ne günah işledim de senin gibi bi kankam oldu, milletin kankası arar cuma der ki, kanki yarın ortam olacak akalım, sen arıyosun tahtadan çalgı alalım diyosun"

Deniz : "Oğlum var ya bu aletin sesini ambiyansını duyunca şu aksiyon odaklı halinden eser kalmayacak. Valla billa ilaç ruha. Bi görmen lazım sadece"

Can : "Deme la, harbi mi, bak o zaman varım, yarın ararsın beni, haydin ben dönüyorum derse"

Cumartesi öğleden sonra uyandım, bi kendime geldim çıktım diyene kadar saat 5 buçuk olmuş ( e anca tabi ), Can'la da 6da buluşcaz tünelin orada. Deli trafik 2.köprüde. Aylardan ramazan insanlar eşine dostuna iftara giderken ben cajon almaya gidiyorum,kendimi suçlu hissettim. Tek başıma bir arabada, insanlar doluşmuş arabalara. Kentimizde zaman zaman alakasız trafiğin oluşmasının nedenlerinden biri de benim o gün yaptığım gibi sorumsuz davranışlar bence.

Saat 7'de tüneldeydim, Can da yeni gelmişti. Akşam olmak üzereydi. Sıradan başladık dükkanlara girmeye. Bir kaç küçük dükkanda yerli ürünlere rastladık, markanın adı evrimdi ve kötü görünüyordu. Bir süre sonra baktık ki aslında sadece evrim markası var ortalıkta. Senkopa gittik evrim bile yok, beni nette aleni bir biçimde kandıran senkopta cajona dair bi şey bulamayınca umudum azaldı can havli janjan bir dükkana girdim ve orada buldum aradığım tarz bir kahon.

Uzun saçlı bir genç var dükkanı kapatmak üzereydi ama hazır müşteriyi görünce ikilemde kaldı.2 deneme ritmi attıktan sonra fiyatını sordum 300 dolar dedi, içimden hey maşallah derken dışımdan oluru bu mudur diye sordum, yüzde 10 peşin indirimi yaparız dedi. Siz ne kadarlık bir şey düşünüyordunuz diye sordu, 250 300 ytl arası ve taksitle bir şeyler almak istiyordum dedim, tamam işte bu uygun dedi. Kafada yaptığım kabaca hesaba göre 350 ytl peşin istiyordu ve söylediğim bareme uygun diyordu. Satıcılık bu olsa gerek dedim içimden.

Tam ikna olacakken sordum, kılıf da vereceksiniz değil mi? Çocuk hayır dedi, kafa bulma dedim, ciddiyim dedi. O tahtayla yağmurda camurda ne yapacaktım nasıl taşıyacaktım çalgıyı, böyle mantık olmazdı, alet de alınmadı zaten.

Şu an Bursadayım, İstanbul'a dönünce bu haftasonu bir girişimde daha bulunacağım, haydi hayırlısı.

6 Kasım 2007 Salı

eskilerden

"olmak
ya da olmuş gibi göstermek her şeyi
bir renkli gözlük camı gibi ince
siyahın en korkuncu kadar küstah
sanırım ayrılık kadar acıdır
tekrar görüşmek
yeniden ayrılacağını bilerek
ancak sayılabilecek kadar çok zaman var
konuşacak hiçbir şey kalmayıncaya kadar
güne düşmüş yarasalar gibi aptal
ve şaşkın bir halde bakışmak
olmasını istemek
keşke olsaydı demekten
başka çare kalmamış…"

Lise yıllarında dinlerdim Yaşar Kurt'u. Sokak Şarkıları albümünün hastasıydım, "deniz feneri" "hadi baba gene yap" "tahta tekerlekler" "bilgenin şarkısı"vs vs , cidden inanılmaz bir albümdü. Yukarıdaki şiir ise ikinci albumü "Göndermelerin" kapak yazısı. Sözlükte başlığı görünce hatırladım yeni çalışmalarını hiç sevmediğim ve bence müzik evrimini geriye doğru gerçekleştiren bu eski uykusuz geceler sırdaşını. Bi şarkısını daha hatırladım, sadece sözleri geldi aklıma,

"uzun uzun anlatamam herşeyi,
böyle olsun istemedim ben de.
sakın kal deme bana,
gidiyorum alışamadım bu kente.

suskun,deniz boyu martılar,
eve yalnız dönüyorum ben de.
sakın kal deme bana,
gidiyorum, alışamadım bu kente"

25 Ekim 2007 Perşembe

Sonsuz

K-pax( bu bir gezegen ismi) filminin sonunda K-pax'li Prot, dünyalı doktoruna şöyle seslenir :

"Doktor, biz K-pax'liler evren hakkında şunu keşfettik, evren kendini tekrarlayan bir süreç ve her tekrarlayışında her şey aynı şekilde meydana geliyor.. Hayatımızda yaptığımız hatalar evrenin her varoloşunda aynı şekilde yaşanıyor..Yanlışlarımız sonsuz oluyor.."

Peki biz geceleri başımızı gökyüzüne doğru kaldırdığımız zaman yıldızlar bize ne söylüyor? Bu boğucu, fazla ışıklı şehir yaşamında inanın hiçbir şey. Onları göremiyoruz İstanbul'da hatta bazen ayı bile fark etmiyoruz. Eski devirlerde insanlar şehirlerde de yaşasalar yıldızlara bu kadar uzak değildi, ne de yıldızlar onlara..

Çünkü evren durmadan genişliyor. Oldukça da hızlı bir şekilde. Bütün galaksiler olanca hızlarıyla birbirlerinden uzaklaşıyorlar, bir balon gibi geriliyor evren, evrenimiz.. Bunun bir dönüşü olacak mı yoksa sonsuza kadar genişleyecek mi evren bilmiyorum.. Ama uzay boşluğunda sandığımızdan daha doğrusu hissettiğimizden çok çok daha küçüğüz..

Dünyamız örneğin galakside "olası yaşam boşluğu" olarak adlandırdırılan göreceli olarak az sayıda yıldız barındıran bir bölgede oluşması sebebiyle hayata, hayatlara sahip. Böyle başka bölgeler de var evrende ama dünyamızın böyle bir alanda yer alması onun şansı. Çevremizde biraz daha fazla yıldız olsaydı veya şu an olduklarından daha yakında olsalardı, herhangi bir yıldızın başına gelecek bir süpernova patlamasına bakardı herşey. Anında yok olurduk bütün canlılarla birlikte anormal güçlü ışıma nedeniyle..

Ama bu tehlikeden uzağız.. Bir yaşama sahibiz.. Yaptıklarımızın sonsuzlukta yankılanacağı bir yaşama.. Kendimden bir alıntı yapacağım.. "Mavi" adlı öykümden..

"...Ölümden sonra benliğinizdeki duygular da sizin gibi sonsuza karışıyor, sizi bırakmıyor, sizden kurtulmaya çalışmıyorlar, unuttuklarınız hatta bazen etkilerinin azlığı nedeniyle fark etmedikleriniz bile, varlığınızın birer küçük noktasını buluyor ve saplanıyor, yoğunlukları ise hayatın sona erişiyle birlikte dengeleniyor. Sonsuzluk da herşey eşittir, acı da, mutluluk da ve aslında ne acı acıdır, ne de mutluluk mutluluktur, hepsi sadece, en yalın haliyle sensindir..."


Kuantum fiziği sayesinde sahip olduğumuz bir gerçek daha var doğaya dair.. O da belirsizlik.. Aslında ne kadar hesaplarsak hesaplayalım hiçbir şeyin olma anını kesin olarak bilemeyiz çünkü bir maddenin en küçük partikülü bile bizim onu incelediğimiz ışığın fotonundan ya da dalgasından yani ışığın enerjisinden etkilenir.. Biz daha iyi incelemek için ışığın gücünü arttırdıkça bu etki de artar ve bir ikileme dönüşür..

Yine bu bilinmezliğin etkisinde ortaya çıkan bir durum da zamanın belirsizliği.. Zaman zaten durağan bir ip değil artik bunu çok iyi biliyoruz ve evrende bir maddenin konumu üç boyutuyla birlikte zaman ölçüsüne de bağlı. Ama uzay-zamanın bükülebilir olması ve solucan delikleri bize ne anlatıyor.. Bana anlattıkları şu, bir sonsuzluğu da yaşıyor olabiliriz, bir hiçi de.. Yani evren kendini tekrarlamayacak olsa bile biz zaman döngüsü içerisinde kendimizi tekrarlıyor olabiliriz..

Yaptığımız hatalar, çektiğimiz acılar, yaşadığımız mutluluklar, gülümsettiğimiz insanlar belki de sonsuza kadar tekrar tekrar aynı anları yaşıyorlar.. Bu yüzden bazen "düşlerimize uzanırsak dokunabiliriz sanıyoruz".. O kadar gerçek geliyorlar.. Bazen de gerçeklerimiz bir anda düşlere dönüşüyor..

Ama hayat, bize yaşam veren dünya, zamanı hep düz bir çizgiymiş gibi gösteriyor.. Bizi yanıltıyor.. Her şey hesaplanabilirmiş gibi, her insan bekleneni yaşıyormuş gibi geliyor.. Aslında yanılan dünya.. Ve unutulacağımızı düşünüyoruz.. İz bırakmak istiyoruz.. İçimizde bir boşluk var.. "Sonsuzluk" adlı öykümden bir alıntıyla devam ediyorum :

" İnsanın içinde dolduramayacağı kadar büyük bir boşluk vardır. Doldurmak için her şeyi dener insanlar; inanırlar, aşık olurlar, korkarlar, sevişirler, yaratırlar, üretirler ve de en önemlisi yazarlar ama ne yaparlarsa yapsınlar dolduramazlar içlerindeki derin uçurumu..."

Belki ben de zamanın bir sonu ve bir başı olduğunu düşündüğüm için yazıyorum, ya da yazıyordum.. Belki de unutulmamak için bilemiyorum.. Yine "Mavi"den yapacağım bir alıntı :

"İleride unutulmamak için çocuk yapanlardan olacağım, biliyorum..."

Öykümde bu cümleyi düşünen karakterim gerçekten umutsuz bir insandı.. Ama ben öyle değilim.. Artık farklı bakıyorum yaşadıklarıma, yaşattıklarıma.. Diyorum ki bu dünyada yaptıklarım sonsuza karışacak.. Her dokunuşun, her gülüşün enerjisi sonsuzla bütünleşecek.. Acı acı olmaktan, mutluluk mutluluk olmaktan çıkacak.. Her şey benliğimiz olacak..Sonsuzluk aynı zamanda hiçlik, yaşam aynı zamanda ölüm olacak.. Evren bize bunu anlatıyor çünkü..

Umut doluyum, boşluğa uzatıyorum elimi, "tam karşıya geçerken bırakılacak olsa da" önemli değil artık.. Huzurluyum..

Galaksiler bile uzaklaşırken birbirlerinden, insanların yakın kalabilmelerini beklemek ne kadar doğru, bilemiyorum..

23 Ekim 2007 Salı

Muhterem Amerikalılar

Mustafa Kemal'in 1927 yılında yaptığı bu konuşma ve günümüze ulaşan bu kayıt inanın insanın moralini şu an bile düzeltiyor, kendine getiriyor. Herşeyden önce Amerikalılara Türkçe hitap ediyor Mustafa Kemal,bir tercümana da ihtiyaç duymuyor. Kendinden o kadar emin.

Yanındaki ülkemizin ilk Amerikan büyük elçisi Joseph Grew onu sadece taklit edebiliyor ve cidden o büyük karizmanin karşısında tek kelimeyle eziliyor. Mesele birilerini ezmek değil tabii, Atatürk hiç bir zaman böyle bir lider olmadı ama duruşu, söylemi, zekasıyla günümüz liderlerine şöyle bir bakınca bize çok ah dedirtiyor. Burda olsaydın Gazi Mustafa Kemal, bizimle olsaydın..

Konuşma Metni Şöyledir :

Muhterem Amerikalılar,

Türk milletiyle Amerika milletinin ve karşılıklı olduğuna emin bulunduğum muhabbet ve samimiyetin tabii menşei hakkında birkaç söz söylemek isterim.

Türk milleti tab'en demokrattır. Eğer bu hakikat şimdiye kadar medeni beşeriyet tarafından tamamıyla anlaşılmamış bulunuyorsa, bunun sebeplerini, muhterem sefirimiz Osmanlı İmparatorluğu'nun son devirlerini işaret ederek çok güzel ifade ettiler. Diğer taraftan Amerikan milletinin benliğini hissettiği dakikada istinad ettiği, i'la ettiği demokrasidir.

Amerikalılar bu mevhibe ile mümtaz bir millet olarak beşeriyet dünyasında arz-ı mevcudiyet eyledi. Büyük bir millet birliği kurdu. İşte bu noktadandır ki Türk milleti Amerika milleti hakkında derin ve kuvvetli bir muhabbet hisseder. Ümit ederim ki bu müşahede iki millet arasındaki mevcut olan muhabbeti kökleştirecektir. Yalnız bu kadarla kalmayacak, belki tüm beşeriyeti birbirini sevmeye ve bu müşterek sevgiye mani olan mazi hurafelerini silmeye, dünyayı sulh ve huzur sahasına sokmaya medar olacaktır.

Muhterem Amerikalılar,

Temsil etmekle mübayi olduğum Türk Milletinin, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin insani gayesi işte bundan ibarettir.



Sen her zaman bizi temsil etmekle mübayi olacaksın..

19 Ekim 2007 Cuma

Haftasonu gelse de havalar bozsa

Cidden neden böyle oluyor ? Bu hafta da aynen geçen hafta, ondan önceki haftalar ve geçmiş yılların haftaların da olduğu gibi, hafta içi güneşli günleri yaşayıp, tam cumartesi akşamına geldiğimizde yağmur yağacak. Peki neden ? Neden balkanlardan başka bir yerden gelemeyen şu soğuk hava dalgası, önce marmaranın batı kıyılarını cuma akşam ve cumartesi gündüz saatlerinde yağmurlarla yıkayıp, sonrasında tam da cumartesi akşamı istanbulu sıkıştırıyor ?

Yağmura ve özellikle de kara bu sene çok ihtiyacımız var orası ayrı. Ki küresel ısınmayla ilgili mutlaka bir şeyler söyleyeceğim burada, ciddi endişelerim var ama sloganım şudur ki, yağmur- kar-soğuk hava üçlüsü , haftaiçi beş gün yağ gürle ama cumartesi akşamlarını ılık ılık bize bırak olmaz mı ?

Bu kış sırtı kalorifere daya, aç şarabını, tak dvdyi, al batteniyeyi modunu zaten çok yaşayacağız.. Konser sezonu açılmışken şu baharı bu kadar tatsız tutsuz geçirmek de istemiyorum yahu :) sevgiyle..

14 Ekim 2007 Pazar

Impossible to forget, but hard to remember

claire : Now, would you quit trying to break up with me ? You are always triyin to break up with me and we are not even together.

drew : I know. Wait. We are not ?

claire : Of course we are not. we are the substitude people, remember ?

Elizabethtown'ı izlerken bu sahnede dvd'yi durdurmak zorunda kalmıştım. Etkilendiğim dialoglar içinde bu dialog "en çok" sıfatını kazanmıştı o anda. Bilmiyorum herkes yaşamış mıydı bu durumu ilişkilerinde, ama daha birlikte bile değilken karşınızdaki ayrılmak için çaba harcamamış mıydı hiç ?

Belki siz de yaratmıştınız böyle süreçleri. İtiraf etmek gerekirse ben iki durumu da yaşadım. Birlikte bile değilken bir kızdan ayrılmaya çalıştım, sonra da başka bir kız birlikte değilken benden ayrılmak için üstü kapalı çabalara kaptırdı kendini. Bence bu daha çok erkeğin yaşatabileceği bir ruh hali. Erkeksi bir özellik yani. Bir kız size bunu yaşatıyorsa bence erkeksi bir kızdır.Erkeksi kızlar nasıl olur, başka bir yazı konusu :)


İlişkilerde ad koyma adına hevesli olan kız değil midir ? Yoksa roller değişiyor mu ? Aslında değişiyor, binlerce yıllık alışkanlıkları bir kaç nesildir oldukça sarstık. Erkekler ya da kızlar olarak adlandırdığımız genellemelerin artık içi oldukça boş.

Ama insan canlısı yalnız da olsa, ilişkide de olsa kendini güvence altına alma psikolojisi içinde genellemelere başvuruyor. İşte bu noktada genelleme dışı karakterle karşılaşabileceğiniz kitaplar, filmler karşınıza çıkıyor. Elizabethtown'daki Claire de böyle bir karakter. Aşık olduğu adam Drew ara sıra şaşırtsa da izleyiciyi bütüne bakıldığında düz bir adam, Claire ise gerçekten sıradışı bir kadın.

Ama ikisinin de ortak özelliği "substitute people" olmaları. Bilmem ben de substitute bir adamım belki ama rahatsız mıyım bu halimden, hiç de değil. Önemli olan da insanın olduğu gibi davranması değil mi? Başkalarını överek, sürekli tribünlere oynayarak başkaları tarafından sevilen insanlardan sıkılmadık mı ? Sıkıldık..

Yazıyı Claire'in kendisi için yaptığı bir tanımla bitirelim : impossible to forget, but hard to remember.. Unutulması imkansız ama hatırlanılması zor bir adamım ben de :) Sevgiyle..

4 Ekim 2007 Perşembe

Atkı

Senelerden 2004, aylardan Ocak.. Ocak'ın ilk günleri, Boğaziçi'nde 1.Erkek Yurdu'nun ( ki o zamanlar yaşadığım yerdi ) study'sinde Fatma Nur,Melike, ben oturmuş yaklaşan finallere çalışıyorduk.. Şimdi çalışıyorduk dedim yalan oldu, final paniğine rağmen lak lak yapıyorduk.

Derken Nur döndü ve "Kuşum şu kısa film senaryo yarışmasına neden bir şeyler yazmadın sen? Yarın son gün haberin var mı?" dedi.. Ben de hakkaten ya neden yazmadım diyerek kalktım gittim odaya, oturdum masanın başına, yarım saat içerisinde bir öykü yazdım ve geldim.

Senaryo yarışmasının teması Aşk'tı, yani senaryoyu şekillendireceğimiz öykü, bir aşk öyküsü olmalıydı. Kızlar okudu yazımı, ilk yorum Melike'den geldi : "Cık, bu olmamış"
Nur da bu görüşü destekledi ve "kısa film yapacaksın Deniz eğer kazanırsan, bu kadar dialog fazla değil mi sence de? Tamam bu fikir güzel ama daha çok nesnelere odaklanan bir hikaye düşünsene" dedi.

Cümlesini bitirir bitirmez, yani o saniyede, Atkı'nın hikayesi, kurgusu aklıma düştü. Aklıma düştü diyorum çünkü bir yazar olarak hiç böylesine bir ilham gelme hali yaşamamıştım.Derken o gece yalnız başına odada yazıldı Atkı. Ertesi sabah, son gün katıldım yarışmaya. Kazandım, filmi çektik bir ay sonra. Öyküm aşağıda..

ATKI

Hızla ona yaklaşmakta olduğunu hissetti. Arkasını döndüğü anda karşısında onu bulacağını biliyordu. Ürperdi. Artık onun varlığını görmese bile hissedebilecek kadar aşık olduğunun farkındaydı. İlk başlarda çok tatlı gelen bu platonik aşk, artık korkutmaya başlamıştı Damla’yı.

Usulca çevirdi başını, evet yanılmıyordu, hızla ona doğru geliyordu Gökhan, onun ya da aşkının farkında olmadan. Rüzgârlıydı hava ve soğuktu, kimsenin sevmediği bir hava türüydü zaten bu kuru soğuk. Gökhan’ın da yüzü ekşimişti, muhtemelen bu havadan dolayı, bir an önce sıcak bir yerlere sığınma isteği okunabiliyordu gözlerinden. Damla uzaktan, iç çekerek, dudağını ısırarak, izlemeye koyuldu yakışıklısını, bir kerecik bile olsa dönüp ona bakması için neler vermezdi o anda, ama bakmıyordu Gökhan, gözleri onun olduğu yöne kaymıyordu bile. Her zamanki gibi Gökhan’ın üzerinde beyaz montu, bacağına kadar sallanan çantası, sıradan ama üzerinde yalnız Damla’nın ve Gökhan’ın tanıyabileceği, küçük olmasına rağmen Gökhan’ın her fırsatta orayı oynaması yüzünden gittikçe büyüyen eski bir sigara yanığı lekesi olan atkısı vardı. Sigara lekesi, atkı ve aşkı, Damla’nın zihninde birleşerek ona her seferinde Gökhan’ı hatırlatıyordu. Atkı’yı izlemeye başladı Damla, onun rüzgarda salınışını sevdi, özgürdü atkı, onu kıskandı çünkü sevdiği insanın boynundaydı. Bütün bu yaşadıkları, duyguları ona özgü müydü? Hayır değildi, hissettiği herşey daha önce birileri tarafından hissedilmiş, aşkını daha önce birileri yaşamıştı, belki de hala yaşıyordu, umutsuzluğa kapıldı, gözleri doldu.

Gökhan’ın kantine doğru yöneldiğini fark etmişti, normalde olsa hemen arkasından giderdi tanışmalarını sağlayacak bir rastlantının karşısına çıkması umuduyla, ama şu an bulunduğu bankın önünde buluşmak için sözleştiği arkadaşı arkasında bitivermişti bile.

Kantin gerçekten sıcaktı. Gökhan’ın ilk düşüncesi bu olmuştu soğuk ve rüzgarlı havadan kurtulduktan sonra. Gözleri boş bir masa aradı, derken Elif’i gördü, yıllardır uzaktan sevdiği kızı her yeni görüşünde aynı heyecanı yaşıyordu. Elif’ in hemen karşısındaki masanın boş olduğunu görünce bunun ilahi bir şans olduğunu düşündü, tereddütsüz gitti, karşısına oturdu. Fark edilmeye çalışarak ama aynı anda rahatsız olmamasını dileyerek izliyordu sevdiği kızın hareketlerini. Dakikalar ilerliyordu ama Elif en ufak bir şey hissetmemiş, bakışlarını tam karşısında oturmasına rağmen bir kez bile Gökhan’a yöneltmemişti. Bir hayaletin bile daha fazla şansı olurdu fark edilme konusunda diye düşündü Gökhan. Beğenilmemeyi çoktan göze almıştı ama varlığının Elif’e hiçbir anlam ifade etmemesi çok üzecekti onu. Aşkının tutkusunu bütünüyle yansıttığını düşündüğü bakışlardan bir süreliğine vazgeçti, düşünmeye başlamalı bir şeyler bulmalıydı. Tekrar baktı Elif’e, önünde açık duran gazeteye yumulmuştu. O anda aklına küçük, küçücük bir fikir geldi Gökhan’ın. Her aşığın yapmak istediği gibi, aşık olduğu insanı kendine benzetmeliydi, Elif’in ona ait olabilmesi, Gökhan’ın çaresiz tutkularının aşkla karşılık bulabilmesi için, Gökhan’a ait olan bir şey Elif’e de ait olmalıydı, sadece ikisinin paylaştığı bir sır gibi mesela, bir atkı gibi. Hızla kalktı, Elif’e doğru yürüdü, yürürken atkısını çıkardı ve Elif neler olduğunu çözemeden onun boynuna doladı. Zamanın sonsuzluğu içerisinde olabilecek en küçük dilimde ona bir bakış attı, sade giyinen Elif’e bu atkı çok yakışmıştı, zaten insan giysileri cinsiyet taşımamalıydı. Elif başını çevirdi, bu yabancı yüzün ona bu atkıyı verişine hiçbir anlam verememişti, birşey söyleyecek olduğu anda Gökhan eliyle sus işareti yaparak hiç konuşmadan hızlı adımlarla uzaklaştı.

Düşünme sırası Elif’teydi ama bu süre çok kısa sürdü, acelesi vardı derse yetişmeliydi ve bu atkı da burada kalmalıydı, onun değildi, o çocuk da galiba deliydi. Atkıyı çıkartıp yanındaki boş sandalyeye koyarken aklına geldi bu çocuğun ondan hoşlanıyor olabileceği, ama bu onun için o anda önemsizdi, tutup bu yabancının atkısıyla dolaşamazdı ortalıkta. Elif koşar adım çıktı kantinden.

Elif’in çıkışıyla, Damla’nın kantine girişi aynı ana rastlamıştı. Damla çok geç kaldığını düşündü, arkadaşını bırakıp geldiği için pişmanlık duydu, attığı yalan için de öyle. Gökhan yoktu, tam çıkacakken sandalyenin üzerinde yere sarkmış hatta hafifçe dokunmakta olan atkıyı fark etti, bu onun atkısıydı, unutmuş olmalıydı, işte istediği rastlantısına kavuşmuştu sonunda, sevindi, uzun zaman olmuştu gerçekten gülmeyeli, güldü özgürce.

Gökhan fakültenin önünde bir arkadaşıyla konuşuyordu, kantinden ayrılalı bir yarım saat olmuştu, Elif’i görmemişti ama neler düşündüğünü çok merak ediyordu. Derken tanımadığı bir kızın, elinde atkısıyla ona yaklaşmakta olduğunu gördü, Damla ona yaklaşırken gülüyordu, birkaç adım sonra karşısındaydı ulaşılmaz erkek.

“Kantinde atkını unutmuşsun, sanırım.”

Gökhan hiç bu kadar şaşırmamıştı şimdiye kadar, bütün olasılıkları teker teker düşünmeye başladı boş boş karşısındaki kıza bakarken, Damla çok doğal görünüyordu oysa, cevabını beklemeye koyuldu.


SON


Deniz ÇEVİK
Ocak 2004

Youtube'a aktardım sonunda filmi, ısrarlara dayanamayarak ;) Yazmayı hiç bırakmayacağım biliyorum ama yönetmenliğim de ışık yok sevgili arkadaşlar, sevgiyle kalın,

1 Ekim 2007 Pazartesi

Olduğu gibi sevmek

Sevgi nedir ki? Ne zaman çıkar karşımıza ? Nasıl gider ? Hayır, bugün aşktan konuşmayacağım, aşka dair zaten çok konuştum şimdiye kadar..

Bugün sevgiyi anlatmaya çalışacağım.. Onun içindeki emekten, birisine verdiğiniz değerin güzelliğinden, paylaşmaktan..

Evet "Selvi Boylum Al Yazmalım" filmindeki Asya repliği gibi : "sevgi emektir" bir yönden, ama başka bir yönden de nedensizdir..Tanımı için çok da kasmamak gerekir..

Ailesini, arkadaşlarını, sevgililerini seven bir adam oldum hep, ama bu zaten işin doğalı.. Ailesini, sevgililerini ama özellikle de arkadaşlarını abartarak seven, bunu bir ritüle dönüştürenlerden her zaman çekindim. Yapay geldi bana o sevgiler.. Sevgi daha sade olmalı.. Daha konuşulmadan yaşanmalı, hissedilmeli..

Herkesi tanıyan, herkesle sosyalleşen bir adam da olmadım hiç bir zaman..Hepinizin çevresinde var böyle insanlar, rastlıyorsunuz ve bazen garipsiyorsunuz davranışlarını..

Göz açıp kapayınca kadar geçecek şu dünyada, şu seyyarede sevgi ne kadar hayatımızda? İnanın çok az, akvaryumlarımızda takılıyoruz kendi kanka balıklarımızla.. Onları yemliyoruz diye övünüyoruz.. Ama değil.. Mesele Facebook'ta 1000 arkadaş yapmak değil.. Kasmadan yapabilecek insanlar da tanıdım son dönemde, yakında o sayıları görürüz..

Mesele dünyaya ne kadar sevgi taşıdığımız.. İnsanları olduğu gibi ama abartmadan nasıl sevdiğimiz.. Bizi iyi insan yapacak olan tanıdıklarımıza değil, tanımadıklarımıza gösterdiğimiz nezaket, incelik belki de.. Aşağıdaki video'yu eminim hepiniz izlediniz.. Bütün dünyaya yayıldı kampanya ama bence aşağıdaki klip gibi olamadı hiç biri. Yalnız bir adamın insanların içini ısıtışı.. Hele o en baştaki teyze.. Sanırım onun bir gülüşü bile çok şeyden önemli şu hayatta..

30 Eylül 2007 Pazar

hola

Bir müzisyen olarak, çaldığım enstrümanların sadece ritm üretiyor olmalarının zaman zaman sıkıntısı çektim.. Zihnime düşen doğaçlama melodiler hep bir yerlerde saklı kaldı, aman onlar da saklı kalsın ortalık melodiden kırılıyor zaten :)

Ritm adamlığı, her zaman tam olduğum şeydi. Evrenin ve kuşkulu sonsuzluğunun gizlisinde, saklısında, 4/4'lük bir ritmin bitmeyen metronomunu duydum hep. Tık tık.. Sonsuza kadar süren tınlamalar ve bu sonsuzluğa kattığımız her sessiz an, ritmi oluşturdu..

Ritm sandığımız gibi ses çıkartarak değil, sesleri keserek, akan giden basların, tizlerin yönünü değiştirerek oluşuyor bence.. Ahenk burada..

Bunların arasında da bir enstrüman ayrılıyor diğerlerinden.. Belki en karmaşık olanı, en olmadık ritmleri karşımıza çıkartanı darbuka evet ama benim için en güzeli cajon ( sanduka )..

Peru orijinli Küba çalgısı Cajon'un ilk kez limandaki portakal sandıklarının kenarlarına vurularak çıkarılan seslerden esinlenerek yapıldığı söylenir. (zaten ispanyol müziğinde kuvvetli bir "deniz" ve "liman" ekolü vardır) Telli telsiz, zilli, vs. moderlleri bastan tize geniş bir ses aralığı olan çalgıda , ön satıhın vidalarını sıkıp gevşeterek farklı sesler yakalamak mümkündür, ayrıca içindeki tellerin gerginliğini ayarlayabileceğiniz modeller cidden insanı insanlıktan çıkarır, uçurur..

İzleyin..



27 Eylül 2007 Perşembe

blogum için sıradışı bir hadise

Evet, sonunda ben de kendime ait olmayan bir yazıyı yayınlıyorum. Blogum için bir istisna, belki de bir daha olmayacak. Yine belki de yazıyı bir şekilde çoğunuz okudunuz.. Bir dönem bayağı yaygındı çünkü. Ama ekşisözlük yazarı "peder zickler"in Umut Sarıkaya'yı bile geride bırakan performansı tekrar tekrar okumaya değer.

Zaten beni tanıyanlar ne kadar Umut Sarıkaya hastası olduğumu ve yazılarında kendimi çokça bulduğumu bilir. Sizi ve yazıyı başbaşa bırakıyorum.

Bim'de Eski Sevgiliyle Karşılaşmak :

deneyimlerime göre pek fazla samimi olunmayan bir kişiyle yanyana yürümek zorunda kalmaktan sonra en fazla gerginlik yaratan hadisedir. zordur bir zamanlar sevdiğiniz kişinin blume tuvalet kağıdı aldığını görmek, çok zordur onun le cola içtiğine şahıt olmak, çok zordur...

"hayatın nereye doğru yol aldığını kestiremiyoruz. aslında insan gözü kapalı yaşıyor bence. nereye gittiğini bilmeden öylece savruluyor. bazen açıyor gözünü, bir bakıyor aşık olmuş. sonra yine kapıyor açtığında bakıyor terkedilmiş veya terketmiş. sonra yine kapıyor, açtığında görüyor ki yaşlanmış. şuursuzca geçiyor yıllar. kırışan bir yüz. ben miyim diye bakıyorsun aynaya. evet evet benim galiba".

romanım aslında harika gidiyordu. baş karakterim filip bu düşünceleri aslında kendi kendine söylüyor gibi gözükse de topluma çok saf bir şekilde yaşıyorsunuz mesajı veriyordu. mükemmel metaforlarla okuyucuyu kendinden geçirtecektim. daha ilk günden romanı yarılamıştım, hızlı yazıyordum. aslında bu gazla bitirirdim akşam ezanına kadar ama bir de baktım ki bana güç veren iki dostum da bitmiş. patito ve le porta

patito yerken kendimi muazzam bir hayal havuzunda buluyorum nedense. bana güç veriyor ve kuruyan bogazımı nemlendirmek için içtiğim le porta sayesinde de daha bir coşuyorum. ama işte filipin de dediği gibi hayat hiç de istediğimiz gibi gitmiyor.

son patitoyu da attım ağzıma ve bim'e doğru yola çıktım. zaten iki adım ötesi bim. annemin terliklerini giyip çıkayım lan dedim, kim iki saat şimdi bağcık bağlayacak. ama olgun bir erkek insanda eğreti duran şeylerin başında anne terliği geliyormuş canlar ben bunu anladım.

bim her zamanki gibi sakindi. klima çalışıyor ama soğutmuyordu. nasıl bir klima lan bu diyerek incelemeye başladım. ama görevli beni balici sandı, çünkü ayaklarımda da acayip terlikler altımda çamaşır suyu sıçrayıp da rengi atmış bir pijamayla pek de güzel bir gaspçı havası veriyordum.

"abi bu klima üflemiyor galiba" dedim. ama cevap vermedi, işine döndü. ben de doğruca patitoların olduğu yere gittim. aman allahım bu ne güzellik. bissürü patito yan yana. gel de alma. hemen iki paket aldım. zaten sudan ucuz. bir de le porta almak lazımdı. gittim onu da aldım.

tam arkamı dönüp gidecekken tanıdık bir ses duydum. pek bir tanıdık. sanki bir zamanlar kulağıma "aşkım" diye yankılanan bir ses şimdi "süt de alalım. dost süt olsun" diyordu. bir zamanlar kulağıma "seni seviyorum" diye yankılanan bir ses şimdi "yok muratbey kaşar alalım o daha ucuz" diyordu. yavaşça arkamı döndüm. patitolar ve le porta elimden yere düştü. evet, eski sevgilimdi bu.

bir zamanlar sevdiğim kadındı. bir zamanlar elele tutuşarak mal gibi gezdiğimiz kadın. şimdi nişanlısıyla bim'e gelmiş alışveriş yapıyordu. bir zamanlar aşık olduğum kadındı bu. ve alışveriş arabasında le cola, blume, dost süt, dost peynir, muratbey kaşarları gibi birsürü ürün vardı. evet bir zamanlar uğruna canımı verebileceğim kadındı bu.

ben şaşkınlıktan elimdekileri yere düşürünce bunlar birden irkildi ve hemen arkasını döndü. ben, beni görmesinler diye hızlıca aşağıya eğildim ama lanet olası bim'de raf diye bir şey yok ki. tansaş olsa arkadaki adam seni göremez ama raf yerine kolilerde ürün sergileyen bim sayesinde saklanamadım.

peki size sorarım. siz arkanızı döndüğünüzde, devekuşu gibi saklandığını sanan ama ayağında ufak numara anne terlikleriyle sıçar gibi çömelmiş ve kıç çatalı gözüken bir adam görseniz ne yaparsanız? işte onlar da öyle yaptılar. bastılar kahkahayı. yavaş ve gurur yıkılmışça ayağa kalktım. le portam mahzunca yerden bana bakıyordu. ben gibi yıkılmış, öylece yatıyordu.

gözlerine baktım. le portanın değil lan, eski sevgilimin. bana baktı, mahzun bir bakış görmek isterdim ama alay ediyordu resmen. ayaklarıma bakıyordu. anne terliği giymiş, parmakları ucundan çıkmış bir ayak. buydum işte. sen bu adamla bir zamanlar çıkmıştın. şimdiki sevgilin çok iyi giyinmiş ama bir bak bakayım ona. bim'de bu şıklık? sence de biraz samimiyetsiz değil mi? ben en azından yakışıyorum buraya. içimden geldiği gibiyim.

böyle düşündüm ama sonra hassiktir dedim. adam kapmış kızı, ben de lavuk gibi pijamayla terlikle geziyorum. kim naapsın lan beni. "nasılsın görüşmeyeli?" dedim. "iyiyim" dedi. "ne güzel" dedim. "hıhı" dedi. gittikçe gerginleşiyordu ortam. yeni sevgilisi kıllandı mı acaba diye baktım ama "nasıl olsa bu lavuktan bir zarar gelmez" düşüncesi hasıl olduğundan zerre skinde değildim herifin. adam en ucuz kangal sucuğu seçmekle meşguldu.

"niye böyle olduk biz?" der gibi baktım. "ne diyorsun?" der gibi baktı bana. "niye böyle olduk diyorum?" der gibi tekrar baktım. "ne diyorsun anlamıyorum" der gibi tekrar baktı bana. "neyse siktir et" der gibi baktım. siktir etti alışverişe devam etti. bir güle güle demeden.

gözyaşlarımı saklayarak iki poşet patitoyu ve le portamı yerden aldım ve kasaya gittim. bir de blume peçete aldım yüzlük paket, gözyaşlarımı silmek için. kasadaki görevli yine baliciymişim gibi baktı bana, "paran var mı" der gibi baktı bana, bana bakmasın artık kimse. al lan paranı der gibi uzattım, para üstü beklemeden çıktım ama sonra hemen geri dönüp şahsiyetsizce aldım paranın üstünü. tam çıkacakken fiş almayı unuttuğum aklıma geldi. dönüp onu da aldım. mina koyim, bir romantizm de yaşayamadık be.

eve giderken serkan geldi yavaşça yanıma. tek dostum, yoldaşım, üzgün olduğumu anlayabilen tek insan."abi bir şey diycem. pijamanın kıçında delik var, kıçın gözüküyor, baya bir büyük"o günden beri evdeyim. bim'e de kapıcıyı yolluyorum.

sözlük yazarı peder zickler'den.. :)

25 Eylül 2007 Salı

If I can't eat tiramisu in heaven, I will not go there

Tatlıları seviyorum.. ama kesinlikle şerbetli olanları değil.. Benim tatlılarıma uzaktan ya da yakından mutlaka süt dokunmalı.. Pasta olmalı çoğunlukla.. Kreması erimeli.. Ağır olmamalı..

Tatlıların karakterleri, tarzları olduğunu düşünürüm çoğu zaman ve onlara yakınlığımız ayrı bir ruh, ayrı bir hava katar onlara.. Leziz yemekten çok farklıdır tatlı, yemek güzel de olsa yemektir.. Ama az sonra sayacağım tatlıların güzellikleri doğalarından gelir.. Ben de bir erkek olarak güzelliği doğallığından gelen herhagi bir şeye hayır diyemem :)..

Üzerine konuşacağım ilk tatlı : Çikolatalı Cheese Cake

Cheese Cake denen hadise aslında türlü türlüdür.. Yapıldığı yer çok önemlidir.. Aslında bütün tatlılar da önemlidir yapan insanın özeni ama cheese cake'in özellikle çikolatalı olanının şöyle bir durumu vardır : bu tatlımız ağır olmaya çok meyillidir. Keyif için yenen "tatlı" gıdasının da ağır olmaya ihtiyacı yoktur efendim.. O yüzden şerbet denen şeyi sevmiyorum.. Şerbet ne demek ya.. Adlandırmaya bakar mısınız : Şerbet :) Herşeyden önce şuh bi çağrışımı var.. Neyse bu tatlı Özsüt'te güzeldir efendim.. Kesinlikle arkadaşlı ortamda muhabbet arası yenmelidir.. Yanına filtre kahve uygundur..

İkinci Tatlımız : Çikolatalı Dondurmalı Sufle

Eğer bir tatlı çikolatalı ise çikolatanın hakkını vermelidir.. İşte sufle de böyle bir tatlıdır. Sezarı öldürürsünüz ama hakkını verirsiniz. Çikolatalı Sufle benim yaz tatlımdır.. Üzerine sade dondurmanın boca edilmesini dilerim gittiğim mekanlardan.. Ardından biraz beklerim ki çikolata suflenin çatlaklarından ve kabın kenarlarından iyice aşağı süzülsün.. Kaşığı tatlıya daldırdığım anda dondurmanın sufle hücrelerine işleyerek erimesi enfestir.. Yalnız yenebilir.. Mutluluk garantidir..



Diğer bir Tatlımız : Sakızlı Muhallebi

Özünde taşra kökenli ama aynı zamanda alafranga bir bünye olmam sebebiyle hasta olduğum bir tatlıdır. Evet, bu muhallebi aşkıyla bana muhallebi çocuğu demek yanlış olmayacaktır :) Yemek sonrası tatlısıdır kendisi.. Sakızlı olması elzemdir.. Hatta bu sakızın yoğunluğu tatlının kokusunu etkilemelidir.. Kokusuyla cezbetmeyen tatlı anlamsızdır arkadaşlar.. Üstüne ılık suyunuzu içtiniz mi sizden kralı olmaz.. Sakızlı muhallebi yemekte olan bir arkadaş topluluğunun keyifli sohbetlere dalması, kahkaha krizlerine girmesi kaçınılmazdır, yan etkileri bunlardır..
:)
İçki Sonrası Tatlım : Ekler

İlginç zevklerimden biri de içki içtikten sonra tatlı yemektir.. Ama bunun için içtiğim içkinin ( ki çoğunlukla öyle olur ) mayasız bir içki olması gerekmektedir. Bira ve şarap sonrası ( ki çoğunlukla tercih etmem kendilerini ) tercihim çorba olacakken diğer içkiler türlerinde hemen ekler'e yönelirim. Sade ama güzel bir tatlıdır.. Hafiftir.. Tazeliği çok önemlidir.. Fonksiyoneldir benim için..


Ve Esas Tatlım : Tiramisu

Nasıl anlatsam, nereden başlasam.. Ruhani bir tatlı.. Her duygu vardır içinde.. Ama en çok da aşk vardır.. İtalyanlar kahveyi şimdiye kadar tatlılarına mihenk taşı yapmayan diğer bütün milletlere ders vermişlerdir bu tatlıyı keşfederek.. Bu tatlı insanı İtalyan da yapabilir, dönüştürebilir.. Nasıl yenildiği ise en önemli kısımdır.. Sevgiliyle yenilmeli ve mümkünse bu anlar bir ritüele dönüştürülmelidir.. Sevgiliye özenle yedirilen bir kaşık tiramisudan güzel kaç şey vardır hayatta ?..
:)
P.S : Şu an Ramazan ayında olmamız vesilesiyle niyetli vaziyette bu yazımı okuyan arkadaşlardan özür diliyorum.. Umarım akşam saatlerinde, iftardan sonra okuyor olursunuz yazımı..

24 Eylül 2007 Pazartesi

Puslu Kıtalar Atlası




"tui lucent oculi
sicut solis radii
sicut splendor fulguris
lucem donat tenebris" (*)

Düşlerim gerçek gibi geliyor bazen, mutlu mutlu gülümsüyorum ya da irkilerek uyanıyorum..Karabasanları bilir misiniz? Uykuda olduğunuzu bilirsiniz ya da değilsinizdir bilemezsiniz hiç bir şeyi.. Ama kaçamazsınız, yatakta kalırsınız.. Gözlerinizi açmaya çalıştıkça daha fazla kapanır.. Gariptir.. Hiçlik de çok garip..

Düşü ve gerçeği neyin ayırabileceğini ben bilmiyorum.. Şimdi harflere dokunurken belli belirsiz, belki de bir düşteyim.. Gittiğim yerleri, tanıdığım insanları geçiriyorum zihnimden, zihnim bir günlük sanki..

Doğaçlama yazmak istiyorum.. Öykülerimde olduğu gibi kurgular yapmadan.. Öykülerimde insanları düşlüyorum, yazılarımda var oluyorlar.. Sonrasında bırakıyorum ama onları bir köşeye, sizlerle paylaştıkça var olacaklar belki de.. Onlar benim düşüm, onların da düşü sizlersiniz..

Yazar İhsan Oktay Anar gibi mırıldanıyorum : "dünya bir düştür.evet, dünya...ah! evet, dünya bir masaldır"

(*) "senin karanlıktan uzak erdemli gözlerin güneşin ışıkları gibi parlıyor"

23 Eylül 2007 Pazar

Farklarımız çalındı..



Fotoğraflarıma bakıyordum bilgisayarda iki fotoğraf dikkatimi çekti. Ki hangi ruh hallerinde eski fotoğraflara bakılır ayrı bir yazı konusu :) Üstteki fotoğraf Rock n Coke 2006, alttaki ise Rock n Coke 2007'den.


İki fotoğraf arasındaki yedi farkı bulun diyemiyorum. Sayamayacağım kadar çok fark var. Mesela 2007'de daha kelim, 2006'da sakalsız cidden bir şeye benzemiyorum :) Sayamayacağım kadar çok fark var iki fotoğrafta ama aynı zamanda hiç fark yok. Yine serin bir haftasonu, güzel bir ambians, yanımda sevdiğim dostlarım mutluyum vs vs..

Ama iki sene arayla "aynı"yı yaşıyorum. Hatta bütün albüme baktığım zaman farklı duyguları farklı fotoğrafları bulamıyorum. Belki de hiç birimiz bulamayacağız kendi fotoğraflarımızda farkları. Aynıları yaşayınca, aynılar görüntüleniyor, farklarımız çalınıyor.

Bu bir devre, hayatımızın devrelerinden biri. Benim için bu devre universiteyi kazanmamla başladı. Haftasonları özellikle cumartesi günlerinde mekanlara gidiyoruz, pazar mangal yakıyoruz, haftaiçi bir gün yine atıyoruz kendimizi bi cafeye, çoğunlukla konser, çoğunlukla sinema, tiyatroya arada gidiyoruz, eve dvd alıyoruz, aktiviteler planlıyoruz.. Karbon kağıtlar koyuyoruz günlerin arasına.

Çok eğlendiğimiz, çok güldüğümüz günler oluyor. Ama bu devir de bitecek. Muhtemelen evlenip, çoluk çoçuğa karıştıktan sonra başka bir otomatiğe bağlayacağız. Yine mutlu olacağız ama yine "aynı" olacağız. Sıkışacağız aslında.. Çocuklarımız da daha kötü dünya şartlarında, daha feci "aynı"lara mahkum olacak belki.

Çağlar, insanlar, devirler farklarını yitirecek, gelecek geçmişe benziyor olacak belki de. Elimizde zamandan ve hayattan başka ne var ki ?

8 Eylül 2007 Cumartesi

İki yıldır uyuyan Deniz

Beni tanıyanlar, bir şekilde hayatıma dahil olanlar, arkadaşlarım ailem size net bir soru sormak istiyorum. Hayatınızda günün 24 saatlik dilimlerinin herhangi birinde uyuyor olarak bulduğunuz benden başka bir insan var mı ? :)

Farkındasınız değil mi ? Her an uyuyor olabilirim, herkesin uyanık olduğu akşam sekizde örneğin. Haftasonları dışarıda hava ne kadar güzel olursa olsun, öğlen saat 3'te.. Veya ortalık 40 derece sıcakla yanarken, insanlar oturamıyorken terlemekten ben uyuyabilirim.

Neden ? Çünkü seviyorum ya :) Yani uyku gibisi var mı sorarım ey dostlar, bir şey bu kadar mı güzel olabilir.

Çılgın ve aşmış kişilik Şahan'ın aşağıdaki videosu beni anlatıyor.

Bugün öğleden sonra yine uyuyor olacağım. Beni ararsanız bilin ki böyle bir adam açacak telefonu :)

7 Eylül 2007 Cuma

Sith'ler yetişirken

İlkerle yeni olayımız distribütördeki focus cihazıyla...

Bi dakka, bi dakka, cümleyi yarıda kesmek zorundayım, çünkü bu projeksiyon cihazına benden başka focus diyen var mı merak ediyorum şu koca ülkede :) Kesin vardır. Focus demek odak demek, nereye odaklanıyorsun da deniz birader, görüntüyü ekrana yansıtan cihaza, bazı zamanlar cihazını da atarak sadece "focus" diyosun :P

Millet olarak hakikaten inanılmaz bi milletiz, herhangi bir şeye istediğimiz yakıştırmayı yapabiliriz özgürce, ben de bu rahatlığımıza oldum olası bayıldım. Çok seviyorum ülkemi çünkü bu kadar orjinalliği başka bir diyarda bulamayacağımı çok iyi biliyorum.

Geçenlerde Rock n Coke alanında sordu İlker, "Ayranla votka içen kaç yurdum insanı vardır?" Yani bu soru karşısında donakaldım cevap veremedim, çünkü cidden vardır di mi, cidden bu kadar uçuğuz :)

Benim de sorularım var, mesela Kokoreç'i dünyada geliştiren bi millet olmamız tesadüf mü ? Kesinlikle değil, bu tür işler bizim işimiz. Bu kokoreç o kadar bizden bi durumdur ki, bi İzmir akşamı arkadaşlardan biri, yanında kız arkadaşı varken şaşırıp Kokoreççi amcaya dönerek :

"Aşkım bir yarım alabilir miyim?" diye sormuştur. Yani o kadar yüreğindedir o benim hiç bir zaman sevemeyeceğim besin, Kokoreççi amca da dönüp "Hemen aşkım" diye karşılık vermiştir, İşte ben yurdum insanının bu güzelliklerine hastayım.

Yurdum üniversite öğrencisi mesela, dolmuşta arka koltuktaysa, ve eli cüzdana attığında hiç bozuk bulamazsa içini dert tasa kaplar neden mi ? Çünkü dolmuşçuların sağı solu hiç belli olmaz. Dolmuş hareketinden beş dakika ya geçer ya geçmez gevrek bi sesle "Evettt var mı ücretini gönderemeyen?" diyen bu amcalar ya da abiler hadi olmadı kardeşler, siz ona 20 YTL yollarsanız en arkadan, unutmuşçasına yarım saat yollamazlar para üstünü. Umursamazca bakarlar aynadan, en arkada kilitlenirsiniz ama diyemezsiniz ki benim bi 20 vardı. Farzedelim Taksim-Ziverbey dolmuşundasınız geri alacağınız 15 melyon 250 bin lira gözünüzde büyür. Ama siz geçiktirirseniz dolmuşçu hemen patlatır "Evet,ücretini gönderemeyen" :) Abi neden gönderemeyeyim gözünün yağını yiyim :)

Mesela bi Türk çizer, bi karikatür çizerken iki fransızı şu şekilde hayal edip, bunu kağıda dökebilir.. Ve bu karikatürleri yine ancak biz çizer, bunlara yine ancak biz koparız :)

Neyse ne diyodum, ha İlker'le yeni olayımız Distribütörde sabahları sunum için kullandığımız projeksiyon cihazını duvara yansıtıp film aktivitelerine sarmak. İlk gösterimi perşembe akşamı gerçekleştirdik ve Star Wars şölenine başladık. Biz iki star wars manyağı, iki Sith lordu, sevgili Aslı'ya bu seriyi enjekte etmeye başladık. İlk filmin sıkıcılığına, bnm 80 bin kere izlenip bozulan dvd'ime rağmen iyi bi hava yakaladık.

Artık "Sith Lord"ları olarak bir "Apprentice"e sahibiz.

Yazımı Darth Revan adlı bir Sith Lord'unun Jedi'lara söylemiş olduğu bir cümleyle noktalamak istiyorum : "They shall join us... or consumed by us"

Sith'ler ne manyak adamlardır ( bu arada bilmeyenler için en ünlüsü Darth Vader ), consume da ne güzel bi kelimedir, güzel dil ingilizcenin ekstra estetik bi kelimesidir.

Sevgiyle Kalın :)

3 Eylül 2007 Pazartesi

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım..


Yarın yeni bir sabaha uyanacağım..


Bu akşam hayatımda ilk defa rüzgarı hissettim.. Evet, evet bütünüyle rüzgarı.. Tenime değdi önce, teğet geçti, bazen hiddetlendi ben yürürken, bazen usulca dokunarak geçti yanımdan..


Ama özgürdü rüzgar, akıyordu sürekli, bir insandan aldığını başka bir insana götürüyordu. Tenleri değil sadece duyguları, düşünceleri birleştiriyordu..Bir oluyordu bütün canlılar rüzgarın kollarında..


Yarın yeni bir sabaha uyanacağım.. Özgür olacağım,arınmış.. Yeniden başlıyor olacağım her şeye. Ardımda bırakılması gerekenleri bırakarak.. Yaşadıklarımı görerek ve her zamankinden güçlü, her zamankinden dik durarak..


Rahatlamış hissediyorum kendimi.. Rüzgarın, havanın rahatlaması olduğunu bu akşam anladım.. Onu sevdiğimi, durağan günlerden, yağmurdan, kardan, ya da doğayla ilgili her şeyden çok daha fazla sevdiğimi bu akşam anladım..


Belki o yüzden yarın sabaha yeni bir Deniz uyanacak, belki de sadece zamanım geldiği için..


Bir süredir bir gariptim dostlar biliyorum.. Dalıyordum uzaklara, sizi canlı tutan enerjimi göremediğiniz anlarda endişelere düşüyordunuz.. Alıştığınız Deniz biraz da değişerek aranıza dönüyor artık.. Güleceğim.. Belki bir süre sadece gülümserim ama yılların kahkahalarının o kadar da hatrı olsun öyle değil mi :) İdare edeceksiniz bir süre daha suskun hallerimde kısa bir süre daha..


Yarın yeni bir sabaha uyanacağım.. Artık sadece huzur istiyorum çünkü.. Sadece en saf haliyle huzur..Bu kadar genç yaşta insan ilişkilerinde dönen entrikalardan sıkıldım.. Başkalarından, bu ne dedi, şu nasıl düşünür, bu hareketin anlamı nedir, bu sözüyle aslında ne demek istedi vs vs.. Bunların hepsini bir kenara bırakıyorum.. Sadece huzurum ve ben varız bundan sonra..


Rüzgarla bir şeyi daha hissettim bugün.. Daha doğrusu birini.. Hiç tanışmadığım 'kadınım'ı bugün hissettim ilk kez, hiç görmediğim, hiç dokunmadığım 'kadınım'ı.. Yıllardır birbirimizi arıyoruz belki de hiç bulamayacağız.. Ama rüzgar bugün tenlerimizi, duygularımızı birleştirdi.. O yüzden beni bulduğun zaman hazır olacağım tatlım :)


Kısa ömrüme rağmen çok şey gördüm 'kadınım', çok şey yaşadım.. Mesele 'Aşk'sa çok can acıttım, çok canımı acıttılar.. Ama artık bitti.. Nasıl günahsız olmadığımı biliyorsam bu seyyarede, yarın sabah gerçekleşecek uyanışımdan itibaren de kimsenin günahsız olmadığını biliyor olacağım. Sen de günahlarınla geleceksin bana belki de.. Birbirimizde arınacağız..


Seni tanımıyorum kadınım hiç görmedim, ama biliyorum bana nerelerdesin diye soruyorsun şu an.. Bu akşam bana uğrayan rüzgarın sana da dokunduğuna eminim, o yüzden rahat ol, buralardayım yani, buralarda olacağım..


Yarın yeni bir sabaha uyanacağım.. Bana naber nasıl gidiyor diye soran hayata.. İç güveysinden halliceyim senden naber diyeceğim :)


Yarın yeni bir sabaha uyanacağım.. Dik, vakur, huzurlu bir sabaha..


Ve şu büyülü sözleri tekrar edeceğim..


'Her gün bir yerden göçmek ne iyi.

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş

Dünle beraber gitti, cancağzım

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım'

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Telgrafın Tellerine Kuşlar mı Konar

'Ne bir ses ne de haber gelmiyor artık senden'

Sezen'in El Gibi şarkısı böyle başlar, hepimizin bildiği gibi. Şarkının kalanına, anlattıklarına, boyutuna, duygusallığına falan hiç girmeyeceğim.

Beni bu şarkıya bu kadar bağlayan eski zamanlarda yaşayan sevgililerin birbirlerine ulaşma konusunda yaşadıkları güçlükler..

O zamanlar ne cep telefonu vardı, ne de msn..

Sevgili başka şehirdeyse eğer, mektuplar vardı.. Aynı şehirdeyse günler önceden sözleşip gidilen buluşmalar vardı..

Hasret çekilirdi, özlem olurdu.. Ara açılırsa böyle günün birinde ya da başka kötü şeyler yaşanırsa Sez'in yazdığı gibi ne ses gelirdi ne de haber..

Şimdinin absürd reklamlara sahip Türk Telekomu, o zamanlar PTT'ydi . Yani Posta-Telgraf-Telefon.. Bu günlerde vazgeçilmezimiz olan, enerjisi tükenip kapandığı an kendimizi boşlukta hissettiğimiz telefon anca üçüncü sıradan girebilirdi listelere..

Yıldırım Telgraf vardı mesela, adı çok komik ( Bana hep Sultan Beyazıd'ı hatırlatır ).. Diğer çeşitleri acele ve normal'di. Bu muhabbet de tamamen memur hızıyla ilgili olduğu için ayrıca efsanedir. "Halit yıldırım telgraf çekiyoruz, tıkla adamım uçur , hadi hızlı hızlı şeklinde" yaşanmış postane dialogları olasıdır :)

Mektup vardı sonra, arada sırada sanal e-mail'lerle kapatmaya çalışıyoruz yokluğunu ama nafile, alakası yok yani. Ben de pek mektup almadım şu kısa ömrümde, son aldığım mektup geçen sene askerde gelmişti annemle babamdan, zira kendilerinin de ilk mektubu olduğu için bana yazdıkları, inanılmaz dokunmuştu o an o sevgiyi okumak, ağlamıştım..

O yüzden yazıya dönmek istiyorum artık.. Blog'um değil kitabım, e-mail'im değil mektubum olsun istiyorum.. Çok mu şey istiyorum :) Aslında daha eski zamanlarını yaşamak istiyorum ülkemizin..Sabahattin Ali'nin yazdığı, yaşadığı çağları..

PS : Yukarıda alıntı yaptığım "El gibi" şarkısının ilk satırı Türkçemiz'de 'Ne... ne de' bağlacının yanlış kullanıldığı durumlardan biridir aslında söz "Ne bir ses ne de haber geliyor artık senden olmalıdır" :) ama bu yanlışlık sözün güzelliğini azaltıyor mu, aksine katlıyor efendim katlıyor..

31 Temmuz 2007 Salı

Varoluş

Her şey sesle başladı.. Sonra düşünce geldi, anlamsız seslere anlamlar yüklemek için.. Söz doğdu ardından..

Konuştu insanlar asırlarca. Birisi durup da diğerine derdin nedir arkadaşım demedi.. Silikleşti düşünceler, karmaşıklaştı.Önce düşünüp sonra konuşanlara filozof dediler, sorular sordu filozoflar hayatı anlamak, anlamlandırmak için. Farklı dillerde benzer anlamlara gelen cevapların önemsiz olduğu binlerce soru...

Tarih dediğimiz soyutluğun herhangi bir parçasında felsefeden bihaber bir ülkede doğdum, sorular sordum hayata. Nedir dedim, ne oluyoruz?

Lise çağlarında bir gün odamda bir deneme karalarken, dikkatim birden pencereye, oradan da karşı sokağa ve oradaki çam ağacına kaydı. Bakıştık bir süre ağaçla, oturduğum yerden yarısını görebiliyordum sadece. Bir an o ağacın diğer yarısının gerçekten orada olup olmadığını sordum kendime. Oturduğum yerden bunu göremezdim, ve cidden ağacın diğer yarısı olmayabilirdi. Kalkmadığım sürece, sormadığım sürece hayatta hiçbir şeyin garantisi olmayacağını o zaman anladım.
Bütün bilindik filozofları okudum ardından, derinlerine inmeye çalıştım, benzer sorulara boğdum kendimi ta ki Albert Camus ile tanışana kadar.



O zaman anladım ki filozof olmak için kendimi sadece felsefeye, veya bilgi birikimine adamam gerekmiyordu. Yazarak.. Kendimi, başkalarını anlatarak da felsefe yapabilirdim. Edebiyatımın- maneviyatımın içine o sorgulayıcılığı kuşkuculuğu, belirsizliği katabilirdim. Her kavramı, duyguyu ikisiyle yoğurabilirdim.



“Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz" diyordu Camus..



Bilgiye değil de yaşadıklarıma güveniyordum artık, hem sorularımı soruyor hem de gözlemliyordum.. Öykülerime o adamdan sonra başladım.. Kurguladım.. Paylaştım insanlarla, hepsinde ayrı heyecanlar yaşadım..



Sonra Jean Paul Sartre geldi dünyama dedi ki kulağıma..



"Bir insan her zaman bir hikaye anlatıcısıdır; kendi hikayeleriyle ve başkalarının hikayeleri ile çevrili yaşar; başına gelen herşeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır"



Hikaye anlatıcısıydım artık. Anlattıkça daha anlaşılmaz oldu hayat :) ama önemli değildi. Yazı almıştı beni içine..


Doğarken yanımda hiçbir bilgi getirmemiştim John Locke’ın söylediği gibi :

"İnsan bütün bilgilerini deneyimleriyle elde eder. Çünkü insan doğuştan hiçbir bilgi ve doğru taşımaz. Doğuştan bir köre bir küple bi küreyi elletseniz. Daha sonra da birden gözleri açılsa. dokunmadan hangisinin küre hangisinin küp olduğunu anlayamaz"

Şu an sadece dokunuyorum küplere kürelere, gözlerim açıldığı zaman başlayacağım sanırım birikimi zihnimin kuytularında beni bekleyen romanıma..

11 Temmuz 2007 Çarşamba

smells like home


Bizler çocukken dünyanın kokusu farklıydı sanki. Yediğimiz abur cuburlar daha mı şekerliydi? Yağmurlar daha mı ıslatıcıydı?

Çocukken evlere özgü markalar vardı mesela yerli komik isimleri olan.. Sonra bizler daha evdeydik.. evle daha iç içeydik.. Eve aittik o da bize. Hayır, işin kırıldığı nokta sandığınız gibi çalışmaya başlamamız değil. Çalışmaya başlama, eve yorgun dönme ne yapacağını bilememe ve günlerin öyle geçmesi değil mesele.

Babalarımız annelerimiz de çalışıyordu. Ama onların işi, eve geldikleri an bitiyordu. Tabi bizlere göre çok daha makul saatlerde dönüyorlardı işten. Bazen sırf bu yüzen birbirleriyle didişecek yeterli vakitleri oluyordu :) Bu bakış açısından günümüz ilişkilerinin daha güzel olması gerekiyor aslında. Vaktiniz az, sevin arkadaşım birbirinizi :)

Yine ebeveynlerden gidersek, onlar çocukluklarını daha toprakta daha doğada geçirdikleri için, köylerini özlediler hep. Piknik gibi etkinliklere yatkın oldular. Yine daha sosyal, daha rahatlardı çünkü hayata bize göre çok daha gözü kara çok daha erken yaşta başlamışlardı. Bu yüzden trip nedir bilmezler mesela tavır nedir kafaları almaz. Doğrular yanlışlar ve mücadele çok açıktır.

Onların çocukluk özlemleriyle bizimkiler farklı, kötü demiyorum sadece farklı. Biz çocukluğumuzdaki evleri sokakları özlüyoruz.

Eski reklamların jingle’ları hatırladıkça çok sevimli geliyor insana. “Mintaxla canım mintaxla” “Eriyip gitmez fax çabucak bitmez fax” “Eti pufum tatlı aşkım benim yumuşak tatlım” Yok şimdi böyle güzellikler ekranda. Billur tuz reklamı yok örneğin. Zamanında, tek kanallı dönemde tuz reklamı varmış düşününce şaka gibi değil mi?

Çizgi filmlerimiz de ayrı bir tattı bizim için, susam sokağı da. Bir kere gündüz kuşağı denen şey çocuklara ait olurdu. Saçma sapan yaratıkları olan Japon çizgi filmleri çıktı gençlik bozuldu. Gündüz programları menopozlu teyzelere kaldı, 90 küsur model çocukların play station’ları var sadece.

Bizim çocukluğumuz sokaklardan o kadar kopuk değildi ama. Biz misket oynardık deli gibi, kızlar da ip atlardı. O iplerdeki kombinasyonları hatırladıkça dehşete düşüyorum. Bildiğin cambazlıktı. Mahalle maçlarında yaşanan rekabeti ben hiçbir profesyonel futbol maçında göremedim. Yenilen gol, üçüncü kornerden yapılan penaltının acısı, suçluluğu... İnanılmazdı. Çocuk da olsan insanlarla birlikteydin. Serseri mayın gibi bacağı kolu yarar gelirdin eve. Anneden yenilen azarın bile tadı başkaydı o haldeyken.

Evlerdeki, sokaktaki koku da kayboldu artık. Babamın gözlerine baktığımda derinlerde köy özlemini, “çocukluğunun köyünün” özlemini okuyabiliyorum. Yaşlanınca biz yukarıda anlattığım ev ve sokak çocukluğunu ne kadar özleyeceğiz merak ediyorum. Yine de annelerimizin gidecek bir köyleri var şu anda. Bizim yaşlılığımıza kalır mı sokaklar?
Photos by İlkay Çanakkalelioğlu ;)

5 Temmuz 2007 Perşembe

Saçını Her Kestirdiğinde Morali Bozulan İnsan Modeli



bu durum hatun kişi için geçerliyse tam bir paradoks oluşturur..
nasıl mı?

açıklayalım
şimdi hatun kişi kuaförüne giderken mevcut saçını beğenmesine rağmen sıkılmış şekilde gitmektedir. Yani beğenilmeyen bir saçın bir kızın kafasındaki gün sayısı oldukça azdır.

Ama kızlar her beğendikleri şeyden eninde sonunda sıkılırlar.. Ya da değişiklik yapmak isterler işte bu sebepten kuaföre gidilir..Kuaför dünyanın en iyi kuaförü de olsa, dünyanın en tarz saç kesimini de yapsa, hatun kişi ilk gördüğü an bu saçı beğenmeyecek, yeni saç modelinden ve yaratıcısı kuaförden nefret edecektir.. bu nefret süreci kendisini yeni saçıyla gören bi tanıdığına kadar devam eder.

Eğer karşısına çıkan ilk tanıdığı bir kızsa "aa saçların süper olmuş" gazına gelme olasılığı vardır.. ve nefret azalacaktir.. Ardından da bi erkekle karşılaşlırsa er kişi saç kesimini anlamasa bile kız da bir değişiklik olduğunu fark edip malak malak sırıtarak bakacaktır bir süre.. Bir erkeğin kendisini görünce afallıyıp malak malak bakması da bir kız için genelde güzel bişeydir.. Nefret bitecek sevgi başlayacaktır..

Bir dahaki kuaföre gidişinde kız saçının aynı geçen sefer de olduğu, sevdiği gibi kesilmesini isteyecektir. Ama kuaför farklı kesecektir.. Milyon tane saç teli var nasil aynisini kessin.. Kiz da o gün saçından nefret edecektir..

İşte bu yüzden bu bir kısırdöngüdür :)

Peki çoğu erkekte bu nasıl gerçekleşir?

Berbere gidilir, istenilen model üç aşağı beş yukarı tarif edilir,berber iş enseye geldiğinde Natürel mi olsun abi diye soracaktır.. Karar üç saniyede verilir ya da daha önceki stil devam ettirilir, ardından Berber favorileri kazımaması konusunda uyarılır, saçlar yıkanır ve çıkılır.
( sürecin İlker gibi saçına aşık adamlarda farklı işlediğini daha çetrefilli olduğunu öngörüyorum bu arada ) :)

Derken Berberden çıkıldıktan sonra bi kankaya rastlanır..

Kanka : Oow saçını mı kestirdin bro?

Sen : Evet abi nasıl olmuş?

Kanka yarım saniye bakar kafaya duygusuzca ve

Kanka : İyi olmuş abi sıhhatler olsun der..

Sen : Eyvallah dersin ve süreç biter :)

Erkek kişi için de uzatma süreci sancılıdır..aylarca şapkayla dolaşılır.. Hele bi de bu süreç yaza geldiyse adam bitiktir.. Plajlarda orada burada madaradır..
Kışın..şapka.. bere.. daha tolere edilir bi durumdur.. :)

Benimkiler hep kısaydı :)

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Med-Cezir

Uzay-zaman bir döngü... Olası paralel evrenlerde sonsuz zamanda sonsuz olasılıkları yaşıyoruz.
O zaman varlığımız bu evrenlerin hepsini aynı anda yaşıyor ama sadece birini ayırt ediyor. Hem her yerdeyiz, hem de hiçbir yerde.

Bizi uzay zaman diliminde döndüren ve olası evrenimizi belirleyen ne? Bilincimiz doğuştan boş bir levhaysa, dokunduklarımız, düşündüklerimiz, hissettiklerimiz dolduruyorsa benliğimizi olası evrenleri nasıl ayırt edebiliriz?

Edemeyiz :)

O yüzden şimdiyi yaşıyor, şimdiyle mutlu oluyoruz...

“Şimdi”de katlanılmaz olan aşk acımız, üç vakit sonra acı bir tebessüme dönüşüyor örneğin...

Seni şu an yaşadığımız uzay-zaman’da tanıdım... Paralel evrenlerde neler oluyor neler bitiyor umurumda değil. Belki birinde çoktan el ele, diz dizeyiz, belki de başka birinde hiç tanışmadık.

Bu yüzden seni benimle karşılaştıran zamanları, mekânları, insanları seviyorum...

Bu yüzden bugün gerçekten mutluyum...

BAŞLANGIÇ

Tarihlerden 4 Temmuz, bir nevi günlük olarak tanımlayabileceğim blog'daki ilk yazım.. Herkese hayırlı olsun şimdiden :)

Bu format ilginç.. ciddi anlamda bir andaçı andırıyor.. ama daha açık daha görülebilir.. o yüzden ne yazarsanız yazın bütünüyle içinizi dökmeniz zor..

Çocukluk çağında yazılan günlükler gibi.. hem onu kimsenin okumayacağını düşünerek yazarsınız.. hem de aynı zamanda okuması için deli olduğunuz insanlar olur ve eninde sonunda başkalarının da onu okuyabileceğini bilirsiniz.

Bilinmek istersiniz çünkü.. açılmak.. kurcalanmak.. tabii ki kıvamında olmalı :)

Bu kıvamı burada iyi tutturacağıma inanıyorum. O hevesle geldim.. Tribüne oynansa da zaman zaman( ki onun da hakkını veririm gerektiğinde) bir kaç samimi cümle bile yakalamak şu zamanlarda artik güzel bizim için..

sevgiyle :)

deniz