26 Temmuz 2009 Pazar

Toptan Fiyatına Perakende Duygular

2000'li yıllar ve internet ile çoğumuzun hayatında yeni bir kavram var. Dev prodüksiyon diziler..

Hemen hepimiz bu akımdan etkilendik..Ve hayatımızın bir dönemi bu dizileri internet aracılığı ile indirip haftalık takip ederek geçti, belki de hala geçiyor. Bense o ilk çılgınlığı atlattığım şu günlerde bu dizileri sorguluyorum. Nasıl bu kadar tutuyorlar ?

2000 diziler kuşağında benim gönlümün sultanı Battlestar Galactica, daha önce burada da yazmıştım. Ayrı bir yeri var yüreğimde, ileride de sevdiğim diziler olacak belki ama bana öyle geliyor ki, hiçbiri onun boşluğunu dolduramayacak. Başlangıcında sabır isteyen ama sizi kendine çektikçe derinleşen, güçlü oyunculukların mükemmele yakın bir senaryo ile birleştiği bir başyapıttı. Bear Mccreary tarafından bestelenen müziklerinin unutulmaz olduğunu dizi takipçileri bilir. Ama artık o yok hayatımda..

Peki beni haftalık takipçi yapan ilk dizi o muydu ? Hayır, ilki çoğunuzun da bir dönem ya da hala takip ettiği Lost'tu. Ki kendisi kofti bir dizi olduğunu üçüncü sezonu ile birlikte göstermeye başlamıştı. Benim gibi hala takip edenlerin çoğu alışkanlık nedeni ile bırakamıyorlar.

Hatırlayın ilk senelerini, Perşembeyi nasıl da beklerdik. Jack'e ne olacak ? Sawyer'le Kate'in buldukları yer neresi ? John nasıl bir adam ? vs vs . Sevgili okuyucu Jack'i opiyim sana birşey olmasın. Bizi bir şekilde alıyorlar bu dizilerin içine.. Hak eden dizi de bağımlılık yapabiliyor etmeyen de..

Peki neden ? Bu dev prodüksiyonlarda yukarıdaki başlığım var çünkü.. Yani toptan fiyatına perakende duygular.. Artık iyi filmler çok nadir yapılıyor.. Eski yazarlar bile yeni kötü kitaplar yazıyorlar. Yaşadığımız şehirlerin duyguları derinliği azalıyor ve hızlı tüketim anlatılar, yaşantılar, hikayeler hepsi bu dizilerde önümüze servise hazır sunuluyor. Bir nevi önlerindeki boşluğu değerlendirip ceza sahasına dripling yapan kanat oyuncuları bu diziler.

Yemek sepetinden pizza söyler gibi alıyoruz duyguları, heyecanları. Dünyamız artık asfalt, şehirlerimiz plastik. Yazın biz şehirlerimizden uzaklaşırken o diziler de tatile çıkıyor ki bence sadece reyting değil o tatillerin nedeni. Fast food duygu ihtiyacımızın yazın azalması..

Ben takip etmiyorum ama tahminim benzer şeyleri yerli diziler de yapıyorlar. Onlar da bizim ölçeğimizde dev prodüksiyon çünkü.. Arada ne oluyor, her hafta izlediğimiz o karakterlere benziyor onlardan özellikler alıyoruz, onları çalıp kendi hayatımıza karıyoruz. Bazı senaristler bizim için hayatlarımızı yazıyor.

Doğal olarak hiçbiri bir Süper Baba olmuyor, olamıyor. Hatırlayın.. Ne diziydi...

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Eski Yazılar.. L'etranger.. Eternitiy

Uzun süre verdiğim aradan sonra bloguma geri dönünce neler hissettim ? Eminim hiç umurunda olmayan bir soru bu sevgili okuyucu ama benim için bu sorunun cevabı önemli .

Yabancı. Çok klasik çok öngörülebilir bir cevap farkındayım ama işin özeti bu. Artık blogum benim için bir yabancının eseriydi. Ben yazmamıştım sanki geçmişte bunları, okurken bazılarını beğeniyor bazılarını vasat buluyordum ama güzellik ya da çirkinlik değildi derdim. Nasıl bu kadar yabancı oluyordu insan bir iki senede kendisine. Nasıl bu kadar değişiyordu ? Belki aynı duyguları şu anki Deniz yine yazacaktı ama eminim kelimeler ve dizilişleri bambaşka olacaktı.

Peki kaç kişi oluyoruz bu hayatta ? Ben mesela şu anki Deniz diyorum çok rahat, atıyorum bir beş sene önceki ya da on sene sonraki Deniz'ler nedir ? Periyodlarımız neler ? Evet şimdi değiştim başka bir insanım.. Aaa eskiden neler yaparmışım. Bu grupları ben mi dinliyordum ? Bu filmi sevmiş olamam.. En acımasız eleştriler de her zaman kendimize geliyor bu geçişlerde.

Yazılarım bu kadar yabancıysa bana neden yazıyorum ? Acaba onlarca roman yazmış bir yazar da benimle benzer duygulara mı kapılıyor eski kitaplarını okudukça ? Peki bir yazının sonsuzlaşması ne oluyor ? Bir süre sonra sana ait olmayacaksa sen değişeceksen çok güzel bir kitap yazmanın ya da çok iyi bir şarkı bestelemenin anlamı kalıyor mu ?

Sene olmuş 2009, ben 2007de başlamışım bu bloga. Bu arada sene 2009 olmuş ya. 2009'da dünyaya gelen bebekler sözüm size : Arkadaşlar biraz geç kaldınız.. 2009'da doğulur mu ya ? Geçti baba ortamlar bitti, yaşandı yaşanacaklar.. Anladınız siz.. Sene olmuş 2009 ne diyim size ?

Nerede kalmıştık ? Yazılar ve onun sonsuzluğunda. Elbette bu amatör blogumdaki yazıların sonsuz değer taşıyacak ebedi eserler olmasını beklemiyorum. Öyle de yazmıyorum zaten ( istediğim zaman ne ebedi, ne sonsuz, ne vurucu yazarım, öykülerimi okuduysan bilirsin sevgili okur ). Ama yine de ters giden birşeyler var..

Sen gittikten sonra bu dünyada bıraktıklarının eserlerinin yaşaması buna tamam. Sanatçılar bence güzel işler yapıyorsunuz ama ya hayatta iken yarattıklarınızın, sonsuzluk umudu taşıyan eserlerinizin size yabancı olması.. Buna nasıl dayanıyorsunuz ? Bu gerçekle nasıl yaşıyorsunuz ?

İlginç bir durum..

12 Temmuz 2009 Pazar

Rekabetin Troykası

Çoğumuz üç büyüklerden birini tutuyoruz. Bazılarımız çocukken şampiyon olduğu için, bazılarımız ailesinden, bazılarımız nasıl olduğunu hatırlamadığımız nedenler ötürü üç İstanbul takımından birini destekliyoruz.

Futbol benim için bir tutku yakından tanıyanlar zaten biliyor. Galatasaraylı olduğumu da biliyorsunuz. Klasik sorulara ve sonuçlara dalıp klişelerin ortasına düşmeye niyetim yok bu yazıda. Yani Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş taraftarlarının varsa bir ortak özelliği buradan genellemeler yapacak değilim.

Çünkü ülkemizdeki rekabet diğer futbol ülkelerindeki gibi semboller, mezhepler, ırklar veya şehirler yüklemiyor bu üç takımın üstüne. Üçü de İstanbul'dan çıkmış, üçü de birbirine çok benziyor, üçü de çok büyük olduğunu iddia ediyor.

Bu yazıdaki motivasyonum büyüklük ya da başarı tartışması da değil. Üzerine konuşmak istediğim olgu takımların yıllar içerisinde belli bir futbol karakteri kazanması, bu karakteri yaşatması ve taraftarlarının bilinç altında bir futbol zevki şablonu oluşturması.

Şu an transfer dönemindeyiz ve bu dönemde gerek takımların transfer politikaları, gerekse taraftarların yapılan transferlere verdikleri tepkiler uzun yıllar boyunca oluşmuş futbol karakterlerinin izlerini taşıyor.

Öncelikle Galatasaray'dan başlayalım. Galatasarayın ekolü Alman futbolundan çok etkilenmiş. Yüksek ihtimal 86'da teknik direktör olarak Jupp Derwall ile başlayan 93'te Karl Heinz Feldkamp ile şekillenen karakter günümüzdeki Galatasaray kulüp ve taraftar reflekslerini belirledi diyebiliriz. Örneklemek gerekirse Sarı Kırmızlı taraftarlar hep tam bir takım oyunu görmek isterler sahada. Bireysel yeteneklerden çok takımda herkesin başarı için son dakikaya kadar çabalaması esastır ve takım oyununun en önemli yükünü orta saha oyuncuları taşır. Bu yüzden taraftarlar en çok orta saha oyuncularının transferlerine sevinir, yeri geldiğinde en fazla onlar eleştirilir.

Fenerbahçe'de ise nereden geldiğini tam bilemediğim bir Brezilya ekolü var. Bu takım şu andaki gibi Brezilyalı futbolcularla dolmadan önce de böyleydi. Özetle Fenerbahçe taraftarı sahada şov görmek ister, mutlaka farklı galibiyet alınmalıdır, tek farklı galibiyetler Fenerbahçe'ye göre değildir. Ve bu yüzden Sarı Lacivertli taraftarlar en çok santrafor transferlerinde heyecanlanır, Fener de Cimbom'un parayı orta sahaya yatırmasının benzeri çok pahalı santrafor transferlerine imza atar. 14 milyon euro'luk Guiza transferi gibi.

Beşiktaş'ta ise Gordon Milne ile başlayan bir İngiliz ekolü var diyebiliriz. Beşiktaşın bildiğimiz sportif başarılarının çoğu Milne döneminden sonra yaşandığı için bu karaktere çok şaşırmamalıyız aslında. Bu ingiliz sistemi ise kanat oyuncularını ilk sıraya taşır ve bu oyuncuların yaptığı ortaları gole çevirecek karambol santraforlarını. Bir düşünün Beşiktaş'ta başarılı olan forvetleri, İlhan Mansız'dan Feyyaz'a, Pascal Nouma'dan Nobre'ye hepsi tek topla gol atan ceza saha fırsatçısı karambol santraforlarıdır.

Yöneticilerin içine işlemiş bu anlayışlarla aslında bir kısır döngü içerisindeler. Bu sene merak edilen Galatasaray'ın Hollandalı teknik adamı ile total futbola göz kırparak bu tarzı değiştirip değiştirmeyeceği ? Galatarasay'ın olası tarz değişimi belki diğer kulüp teknik direktörlerini de rahatlatacak ve belki de o zaman Türk Futboluna yön veren karakterlere kavuşacak kulüplerimiz. İhtiyacımız olan bu transfer motivasyonu miraslarından kurtulmak ve takımları daha dengeli kurmak.

Yeniden

Yalnız blog'uma geri döndüm. Nuri Bilge Ceylan'ın "yalnız ve güzel ülkem" olarak yaptığı Türkiye tanımlaması gibi ben de "yalnız ve güzel blog'um" diyeceğim bundan sonra.

Neden yalnız ? Yıllardır yazmıyorum.. Zaten yazdığım zamanlarda da çok az okuyucum vardı, şimdi eski yazılarımı tekrar tekrar okuyan sevgili ailem hariç kimse kalmadı. Bu önümüzdeki günlerde gelecek nadir yazıları daha da rahat yazmamı sağlayabilir. Nasıl olsa kimse okumayacak :)