28 Şubat 2010 Pazar

Bazen

Bazen durur düşünürsün, ya ben ne kadar şanslı bir insanım ya da ne kadar mutluyum dersin kendine.

Bunu çok demezsin arada gelir. Arada gelmesi iyidir. En iyisidir hatta ve nasıl geldiği de önemlidir tabi.

Geliş zamanları vardır, bazen aşık olduğun zaman gelir, tabi başlarında, en sık böyle rastlanır ama daha güzeli bir neden yokken ve hayat aynı sıradanlığı ile sürerken gelendir.

Son bir kaç hafta sık sık yaşadım bu duyguyu. Ya dedim ne kadar şanslı bir insanım ben.

Herşeyden önce beni çok seven bir ailem, dünya güzelleri ikiz kız kardeşlerim var. Sonra arkadaşlarım, sayıları çok değil ama sıkı arkadaşlar. Yanımdalar, yukarıda Allah var severler, sayarlar beni.

Güzel bir ülkem var ( özellikle Tayland'a gidip geldikten sonra insan ülkesini daha bir seviyor, kıymet biliyor ). Tarihin akışı içerisinde göreceli iyi bir zamanda doğmuşum ( büyük savaş, kıtlık, salgın hastalık en azından şu an için yok )

İnsanın kendisiyle ilgili herhangi bir özellik saymadan ( zeka, tip, yetenek, eğitim, iş vs vs ) bu kadar çok şeye sevinmesi ne güzel. Bu sebepten şimdiye kadar zaten büyük ölçüde pozifit baktığım hayata bundan sonra daha da pozitif bakma niyetindeyim.

Elbette dertler tasalar olacak, onlar hayatın gerçeği ama sadece kamçısı yapmaya, daha güzeli yaşama için geçilmesi gereken uğraşlar olarak görmeye niyetliyim.

Hayat bazen en güzel dostlarını yanına alıp Karşıyaka'da vapura binerken yanına birer bira alıp ılık esen kış rüzgarında Alsancak'a giderken denizi izlemektir geçen haftasonu olduğu gibi. Hayatın bu anlarını daha da çoğaltmak elimde, elimizde..

13 Ocak 2010 Çarşamba

Bekle Bangkok biz geliyoruz

Genelde gezi notları bir mekan gezilip görüldükten sonra yazılır. Bu kez sevgili okur Bangkok'a gitmeden Bangkok'la ilgili bir yazı yazarak sürece sıradışı şekilde yaklaşıyorum.

Tabi bu çok gezen mi bilir çok okuyan mı sorusuna bu kez okuyarak başlıca kaynak olarak ekşi sözlük ve diğer gezi blog sitelerine uğrayarak yanıt bulmaya çalışacağım. Karşılaşacağım Bangkok burada yazacaklarımdan ne kadar farklı olacak onu da dönüş yazımda göreceğiz.

Gidip görenlerin yazdıklarından çıkardığım ilk sonuç buranın uzak doğunun Amsterdam'ı olduğu yönünde, aynı şehir içi kanal sistemi ( tabi biraz pis kokulusundan ) ve daha çok erkeklere hitap eden hızlı gece hayatı sebebi ile.

Şehir ayrıca tam bir tapınaklar kenti. Her köşe başında bir tapınak bulmak olası. 3 4 günde her tapınağı görmek olası değil ama görülmesi gereken olarak belirtilenler şunlar :

Wat Phra Kaew: Kraliyet Sarayı'nın hemen dibinde bu tapınak. Etrafında böyle rengarenk heykeller çatılar. İçeride mutlaka görülmesi gereken Emerald Buda bulunmaktaymış.

Wat Po: Wat Phra Kaew ve Sarayı geçince ulaşılıyormuş. İçeride meşhur Yatan Buda bulunmakta. Boyunun 46, yüksekliğinin 15 metre olduğunu söyleyince neden meşhur olduğunu anladınız herhalde.

Wat Arun: Nehrin karşı yakasından 80 metreye yaklaşan görkemli bir tapınakmış. Tepesinde enfes bir nehir ve şehir manzarası.

Grand Palace: Wat Phra Kaew ile komşularmış . Gitmişken gezilebilir.

Bu arada önemli not her türlü tapınağa giderken ayakkabı-şort-tişört üçlüsünden şaşmamak gerekiyormuş. Terlikle, askılıyla alınmama olasılığı var.

Şehirde İstanbul'u aratmayacak bir trafik varmış. Bu yüzden 3 tekerli motorlu bir araç türü olan Tuk tuk'lar trafikten kurtulma adına mantıklıymış ancak bu tuk tukçularla iyi bir pazarlık elzemmiş. Taksilerle de aynı şekilde. Şehrin sistemi pazarlık üzerine kurulu. Ulaşım da ayrıca metro-tramway-skytrain üçlüsü de iyi bir alternatifmiş.

Şehrin başka bir özelliği de yine İstanbul gibi rengarenk olması. Akşam rengarenk pazarlarda turlarken karşınıza bir fil yavrusu çıkabiliyormuş örneğin. Kulağa muhteşem geliyor.

Bangkok gece hayatinda patpong (ne tür bi mekan oldugunu anladınız herhalde) 'la falan işim olmaz ben lokal gece hayatını merak ediyorum diyorsaniz, royal city avenue şiddetle tavsiye ediliyor.

Rca bir caddede yan yana dizilmiş değişik türlerde muzik yapan 10-15 klupten oluşmaktaymış. Rca turistler tarafından pek rağbet görmediği icin gittiğiniz klupte bir celebrity kadar ilgi görmeniz mümkünmüş. Tavsiye edilen mekan ise Slim. Benim gecelerim antin kuntin yerler yerine bu native'lerin takıldığı Royal city avenue'da geçer şimdiden söyleyeyim.

Peki ne içiyoruz ?

Singha, Singha, Singha. Harika bir lager beer'mış efendim bu, adı "sing" diye telafuz ediliyor. Bununla birlikte sokaklarda envai çeşit meyve suyu, market ve lokantalarda çeşit çeşit buzlu çay ve kahve bulanabiliyormuş. Bu arada tepesi kesilip içine pipet konulan ve çok leziz birşey olan hindistan cevizini de merak etmiyor değilim.

Merak ettiğim konulardan biri olan elektronik eşyalar da abartıldığı kadar olmasa da ucuzmuş. Ayrıca dolandırıcılık konusunda çok ama çok dikkatli olunması gereken bir şehirmiş.

Şimdilik bu kadar, bekle beni Bangkok ben geliyorum.

10 Ocak 2010 Pazar

Gam'sız

Geçenlerde ben hariç hiçbir arkadaşımın metal ve/veya klasik müzik dinleyicisi olmadığını fark ettim. Eski zamanlarda birlikte metal dinlediğim sevgili kankam Ozan'ı bu genellemenin dışında tutuyorum. Gerçi hala metal dinliyor mu bilmiyorum.

Bu farkındalık işyerinden Utku'nun- ki kendisi 38 yaşında ideal bir aile babası- bana hazırladığı karşık metal CD'si ile başladı. Adamda dışarıdan o mülayim duruşu ile tahmin edemeyeceğiniz sertlikte bir arşiv vardı, sağolsun benimle de paylaştı, ufkumu daha da genişletti. ( Onun deyimi ile üçüncü gözüm açıldı )

Onun verdiği gruplardan bir tanesine hasta oldum ve bu müthiş deneyimi, karşılaştığım bu dahi çocukları hiçbir arkadaşım ile paylaşamayacağım gerçeği ile yüz yüze geldim ( Ozan inan senden bile emin değilim, gençler gerçekten sert )

Grup The Black Dahlia Murder, türü melodic death metal. Grup ismini 1947'de ünlü holywood oyuncusu Elizabeth Short'un asla çözülemeyen esrarengiz cinayetinden almış. Gençler bildiğin dahi ancak öküzlemesine brutal vokali ile grubu dinlemek ve keşfetmek için zamana ihtiyaç var,sabırlı olmalısınız. Sabrımın karşılığını alıp bu grubun tüm şarkılarından ve albümlerinden müthiş bir keyif alınca haliyle insanlarla paylaşmak istedim ve bu farkındalık durumu ile karşılaştım. Ben hariç metal müzik dinleyen arkadaşım yoktu.

Bu durum Beethoven, Sergei Rachmaninoff ve Frederic Chopin için de geçerliydi. Taparcasına sevdiğim bu adamların eserlerini dinlerken yalnızdım. Klasik müzik adına çağımızda deneyselliği ile örnek gösterebileceğim Bear Mccreary'i dinlerken de öyle.

Peki yalnız kalmadığım müzik türleri nelerdi. En başta Rock, sonrasında Blues, sonrasında Pop (ben çok nadir dinliyor olsam da ). Nota konvoyları ( Gam ) genelde birbirinin aynısı olan bu müzik türlerine insanlar ölürken, biterken, benim müziğim yalnızları oynuyordu. ( total insan popülasyonu göz önüne alınınca gelinen sonuç )

Pop, Rock ve Rock n Roll'un babası Blues'u ele alalım. ABD'de siyah müzisyenlerin kendi halk müziklerini modern enstrümanlarla icra etmeye başlamaları ile birlikte ortaya çıkmış bir müzik türü. Jaz'ın da hikayesi çok farklı değil.

Karşımızda duran gerçek şu an dinlediğimiz popüler müzik türlerinin kökeninin Afrika olduğunu gösteriyor. Çok öngörülebilir, kalıplara boğulmuş, yaratıcılığı ve hayal gücü sınırlı türler. Elbette ki zenci kardeşlerim müzik ve spor da çok yetenekliler ama geçtiğimiz yüzyılda yaptığımız gibi tüm dünya müziğini onların kalıplarıyla sınırlamaya ne gerek var.

Afrika ekolünün karşısında ise sadece Avrupanın klasik müziği var ki bu da iki evreye ayrılır. Afrika müziği gibi kalıplı olan klasik çağ ( Beethoven öncesi ), sıradışı herşeyin olabileceği, yaratıcılığın sonsuza gittiği romantik çağ ( Beethoven sonrası ).

İşte metal müzik de ( özellikle death metal ) bu noktada Beethoven'in eski klasik müziğin kalıplarını dağıtması gibi şu an Rock'ın, Pop'un, Blues'un kalıplarını eziyor. Beklenmeyen, öngörülemeyen, sert ve aykırı müziği yaratıyor. Gamlar, Gitar Riff'leri (kısa, tekrar eden nota grubu, motif ) ve vokal kural dinlemiyor. Eh vokal kural dinlemeyince de brutal oluyor, kafa ütülüyor ama türe yakışıyor. Konu açılmışken halk dilinde "böğüren" vokalistlerin bir çoğunun zaten çok iyi clean vokalleri var, tercih meselesi hepsi bu. Bu müzik yaratıcılıkta sonsuza gidiyor beni mest ediyor, müziğin kurallarını ters yüz ediyor ve ettikçe yalnızlaşıyor.

İşin üzücü yanı ise bu metal dinleyenlerin büyük bölümünün sadece hayatlarının bir bölümünde ve özenti olarak dinlemesi. Dinleyicileri işin müzikal anlamda anlattığım boyutunu ( klasik müzik-romatik çağa yakınlık) algılamaktan çok uzaklar . Hatta sadece dinleyen değil icra eden birçok metal müzisyenin de bu durumdan bihaber olduğuna eminim.

Rock'ın da aslında 90'ların başında bu kalıpları aşması için bir şansı olmuştu. Nirvana. Bu şansı ve Kurt Cobain'i kaçırdı.