25 Ekim 2007 Perşembe

Sonsuz

K-pax( bu bir gezegen ismi) filminin sonunda K-pax'li Prot, dünyalı doktoruna şöyle seslenir :

"Doktor, biz K-pax'liler evren hakkında şunu keşfettik, evren kendini tekrarlayan bir süreç ve her tekrarlayışında her şey aynı şekilde meydana geliyor.. Hayatımızda yaptığımız hatalar evrenin her varoloşunda aynı şekilde yaşanıyor..Yanlışlarımız sonsuz oluyor.."

Peki biz geceleri başımızı gökyüzüne doğru kaldırdığımız zaman yıldızlar bize ne söylüyor? Bu boğucu, fazla ışıklı şehir yaşamında inanın hiçbir şey. Onları göremiyoruz İstanbul'da hatta bazen ayı bile fark etmiyoruz. Eski devirlerde insanlar şehirlerde de yaşasalar yıldızlara bu kadar uzak değildi, ne de yıldızlar onlara..

Çünkü evren durmadan genişliyor. Oldukça da hızlı bir şekilde. Bütün galaksiler olanca hızlarıyla birbirlerinden uzaklaşıyorlar, bir balon gibi geriliyor evren, evrenimiz.. Bunun bir dönüşü olacak mı yoksa sonsuza kadar genişleyecek mi evren bilmiyorum.. Ama uzay boşluğunda sandığımızdan daha doğrusu hissettiğimizden çok çok daha küçüğüz..

Dünyamız örneğin galakside "olası yaşam boşluğu" olarak adlandırdırılan göreceli olarak az sayıda yıldız barındıran bir bölgede oluşması sebebiyle hayata, hayatlara sahip. Böyle başka bölgeler de var evrende ama dünyamızın böyle bir alanda yer alması onun şansı. Çevremizde biraz daha fazla yıldız olsaydı veya şu an olduklarından daha yakında olsalardı, herhangi bir yıldızın başına gelecek bir süpernova patlamasına bakardı herşey. Anında yok olurduk bütün canlılarla birlikte anormal güçlü ışıma nedeniyle..

Ama bu tehlikeden uzağız.. Bir yaşama sahibiz.. Yaptıklarımızın sonsuzlukta yankılanacağı bir yaşama.. Kendimden bir alıntı yapacağım.. "Mavi" adlı öykümden..

"...Ölümden sonra benliğinizdeki duygular da sizin gibi sonsuza karışıyor, sizi bırakmıyor, sizden kurtulmaya çalışmıyorlar, unuttuklarınız hatta bazen etkilerinin azlığı nedeniyle fark etmedikleriniz bile, varlığınızın birer küçük noktasını buluyor ve saplanıyor, yoğunlukları ise hayatın sona erişiyle birlikte dengeleniyor. Sonsuzluk da herşey eşittir, acı da, mutluluk da ve aslında ne acı acıdır, ne de mutluluk mutluluktur, hepsi sadece, en yalın haliyle sensindir..."


Kuantum fiziği sayesinde sahip olduğumuz bir gerçek daha var doğaya dair.. O da belirsizlik.. Aslında ne kadar hesaplarsak hesaplayalım hiçbir şeyin olma anını kesin olarak bilemeyiz çünkü bir maddenin en küçük partikülü bile bizim onu incelediğimiz ışığın fotonundan ya da dalgasından yani ışığın enerjisinden etkilenir.. Biz daha iyi incelemek için ışığın gücünü arttırdıkça bu etki de artar ve bir ikileme dönüşür..

Yine bu bilinmezliğin etkisinde ortaya çıkan bir durum da zamanın belirsizliği.. Zaman zaten durağan bir ip değil artik bunu çok iyi biliyoruz ve evrende bir maddenin konumu üç boyutuyla birlikte zaman ölçüsüne de bağlı. Ama uzay-zamanın bükülebilir olması ve solucan delikleri bize ne anlatıyor.. Bana anlattıkları şu, bir sonsuzluğu da yaşıyor olabiliriz, bir hiçi de.. Yani evren kendini tekrarlamayacak olsa bile biz zaman döngüsü içerisinde kendimizi tekrarlıyor olabiliriz..

Yaptığımız hatalar, çektiğimiz acılar, yaşadığımız mutluluklar, gülümsettiğimiz insanlar belki de sonsuza kadar tekrar tekrar aynı anları yaşıyorlar.. Bu yüzden bazen "düşlerimize uzanırsak dokunabiliriz sanıyoruz".. O kadar gerçek geliyorlar.. Bazen de gerçeklerimiz bir anda düşlere dönüşüyor..

Ama hayat, bize yaşam veren dünya, zamanı hep düz bir çizgiymiş gibi gösteriyor.. Bizi yanıltıyor.. Her şey hesaplanabilirmiş gibi, her insan bekleneni yaşıyormuş gibi geliyor.. Aslında yanılan dünya.. Ve unutulacağımızı düşünüyoruz.. İz bırakmak istiyoruz.. İçimizde bir boşluk var.. "Sonsuzluk" adlı öykümden bir alıntıyla devam ediyorum :

" İnsanın içinde dolduramayacağı kadar büyük bir boşluk vardır. Doldurmak için her şeyi dener insanlar; inanırlar, aşık olurlar, korkarlar, sevişirler, yaratırlar, üretirler ve de en önemlisi yazarlar ama ne yaparlarsa yapsınlar dolduramazlar içlerindeki derin uçurumu..."

Belki ben de zamanın bir sonu ve bir başı olduğunu düşündüğüm için yazıyorum, ya da yazıyordum.. Belki de unutulmamak için bilemiyorum.. Yine "Mavi"den yapacağım bir alıntı :

"İleride unutulmamak için çocuk yapanlardan olacağım, biliyorum..."

Öykümde bu cümleyi düşünen karakterim gerçekten umutsuz bir insandı.. Ama ben öyle değilim.. Artık farklı bakıyorum yaşadıklarıma, yaşattıklarıma.. Diyorum ki bu dünyada yaptıklarım sonsuza karışacak.. Her dokunuşun, her gülüşün enerjisi sonsuzla bütünleşecek.. Acı acı olmaktan, mutluluk mutluluk olmaktan çıkacak.. Her şey benliğimiz olacak..Sonsuzluk aynı zamanda hiçlik, yaşam aynı zamanda ölüm olacak.. Evren bize bunu anlatıyor çünkü..

Umut doluyum, boşluğa uzatıyorum elimi, "tam karşıya geçerken bırakılacak olsa da" önemli değil artık.. Huzurluyum..

Galaksiler bile uzaklaşırken birbirlerinden, insanların yakın kalabilmelerini beklemek ne kadar doğru, bilemiyorum..

23 Ekim 2007 Salı

Muhterem Amerikalılar

Mustafa Kemal'in 1927 yılında yaptığı bu konuşma ve günümüze ulaşan bu kayıt inanın insanın moralini şu an bile düzeltiyor, kendine getiriyor. Herşeyden önce Amerikalılara Türkçe hitap ediyor Mustafa Kemal,bir tercümana da ihtiyaç duymuyor. Kendinden o kadar emin.

Yanındaki ülkemizin ilk Amerikan büyük elçisi Joseph Grew onu sadece taklit edebiliyor ve cidden o büyük karizmanin karşısında tek kelimeyle eziliyor. Mesele birilerini ezmek değil tabii, Atatürk hiç bir zaman böyle bir lider olmadı ama duruşu, söylemi, zekasıyla günümüz liderlerine şöyle bir bakınca bize çok ah dedirtiyor. Burda olsaydın Gazi Mustafa Kemal, bizimle olsaydın..

Konuşma Metni Şöyledir :

Muhterem Amerikalılar,

Türk milletiyle Amerika milletinin ve karşılıklı olduğuna emin bulunduğum muhabbet ve samimiyetin tabii menşei hakkında birkaç söz söylemek isterim.

Türk milleti tab'en demokrattır. Eğer bu hakikat şimdiye kadar medeni beşeriyet tarafından tamamıyla anlaşılmamış bulunuyorsa, bunun sebeplerini, muhterem sefirimiz Osmanlı İmparatorluğu'nun son devirlerini işaret ederek çok güzel ifade ettiler. Diğer taraftan Amerikan milletinin benliğini hissettiği dakikada istinad ettiği, i'la ettiği demokrasidir.

Amerikalılar bu mevhibe ile mümtaz bir millet olarak beşeriyet dünyasında arz-ı mevcudiyet eyledi. Büyük bir millet birliği kurdu. İşte bu noktadandır ki Türk milleti Amerika milleti hakkında derin ve kuvvetli bir muhabbet hisseder. Ümit ederim ki bu müşahede iki millet arasındaki mevcut olan muhabbeti kökleştirecektir. Yalnız bu kadarla kalmayacak, belki tüm beşeriyeti birbirini sevmeye ve bu müşterek sevgiye mani olan mazi hurafelerini silmeye, dünyayı sulh ve huzur sahasına sokmaya medar olacaktır.

Muhterem Amerikalılar,

Temsil etmekle mübayi olduğum Türk Milletinin, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin insani gayesi işte bundan ibarettir.



Sen her zaman bizi temsil etmekle mübayi olacaksın..

19 Ekim 2007 Cuma

Haftasonu gelse de havalar bozsa

Cidden neden böyle oluyor ? Bu hafta da aynen geçen hafta, ondan önceki haftalar ve geçmiş yılların haftaların da olduğu gibi, hafta içi güneşli günleri yaşayıp, tam cumartesi akşamına geldiğimizde yağmur yağacak. Peki neden ? Neden balkanlardan başka bir yerden gelemeyen şu soğuk hava dalgası, önce marmaranın batı kıyılarını cuma akşam ve cumartesi gündüz saatlerinde yağmurlarla yıkayıp, sonrasında tam da cumartesi akşamı istanbulu sıkıştırıyor ?

Yağmura ve özellikle de kara bu sene çok ihtiyacımız var orası ayrı. Ki küresel ısınmayla ilgili mutlaka bir şeyler söyleyeceğim burada, ciddi endişelerim var ama sloganım şudur ki, yağmur- kar-soğuk hava üçlüsü , haftaiçi beş gün yağ gürle ama cumartesi akşamlarını ılık ılık bize bırak olmaz mı ?

Bu kış sırtı kalorifere daya, aç şarabını, tak dvdyi, al batteniyeyi modunu zaten çok yaşayacağız.. Konser sezonu açılmışken şu baharı bu kadar tatsız tutsuz geçirmek de istemiyorum yahu :) sevgiyle..

14 Ekim 2007 Pazar

Impossible to forget, but hard to remember

claire : Now, would you quit trying to break up with me ? You are always triyin to break up with me and we are not even together.

drew : I know. Wait. We are not ?

claire : Of course we are not. we are the substitude people, remember ?

Elizabethtown'ı izlerken bu sahnede dvd'yi durdurmak zorunda kalmıştım. Etkilendiğim dialoglar içinde bu dialog "en çok" sıfatını kazanmıştı o anda. Bilmiyorum herkes yaşamış mıydı bu durumu ilişkilerinde, ama daha birlikte bile değilken karşınızdaki ayrılmak için çaba harcamamış mıydı hiç ?

Belki siz de yaratmıştınız böyle süreçleri. İtiraf etmek gerekirse ben iki durumu da yaşadım. Birlikte bile değilken bir kızdan ayrılmaya çalıştım, sonra da başka bir kız birlikte değilken benden ayrılmak için üstü kapalı çabalara kaptırdı kendini. Bence bu daha çok erkeğin yaşatabileceği bir ruh hali. Erkeksi bir özellik yani. Bir kız size bunu yaşatıyorsa bence erkeksi bir kızdır.Erkeksi kızlar nasıl olur, başka bir yazı konusu :)


İlişkilerde ad koyma adına hevesli olan kız değil midir ? Yoksa roller değişiyor mu ? Aslında değişiyor, binlerce yıllık alışkanlıkları bir kaç nesildir oldukça sarstık. Erkekler ya da kızlar olarak adlandırdığımız genellemelerin artık içi oldukça boş.

Ama insan canlısı yalnız da olsa, ilişkide de olsa kendini güvence altına alma psikolojisi içinde genellemelere başvuruyor. İşte bu noktada genelleme dışı karakterle karşılaşabileceğiniz kitaplar, filmler karşınıza çıkıyor. Elizabethtown'daki Claire de böyle bir karakter. Aşık olduğu adam Drew ara sıra şaşırtsa da izleyiciyi bütüne bakıldığında düz bir adam, Claire ise gerçekten sıradışı bir kadın.

Ama ikisinin de ortak özelliği "substitute people" olmaları. Bilmem ben de substitute bir adamım belki ama rahatsız mıyım bu halimden, hiç de değil. Önemli olan da insanın olduğu gibi davranması değil mi? Başkalarını överek, sürekli tribünlere oynayarak başkaları tarafından sevilen insanlardan sıkılmadık mı ? Sıkıldık..

Yazıyı Claire'in kendisi için yaptığı bir tanımla bitirelim : impossible to forget, but hard to remember.. Unutulması imkansız ama hatırlanılması zor bir adamım ben de :) Sevgiyle..

4 Ekim 2007 Perşembe

Atkı

Senelerden 2004, aylardan Ocak.. Ocak'ın ilk günleri, Boğaziçi'nde 1.Erkek Yurdu'nun ( ki o zamanlar yaşadığım yerdi ) study'sinde Fatma Nur,Melike, ben oturmuş yaklaşan finallere çalışıyorduk.. Şimdi çalışıyorduk dedim yalan oldu, final paniğine rağmen lak lak yapıyorduk.

Derken Nur döndü ve "Kuşum şu kısa film senaryo yarışmasına neden bir şeyler yazmadın sen? Yarın son gün haberin var mı?" dedi.. Ben de hakkaten ya neden yazmadım diyerek kalktım gittim odaya, oturdum masanın başına, yarım saat içerisinde bir öykü yazdım ve geldim.

Senaryo yarışmasının teması Aşk'tı, yani senaryoyu şekillendireceğimiz öykü, bir aşk öyküsü olmalıydı. Kızlar okudu yazımı, ilk yorum Melike'den geldi : "Cık, bu olmamış"
Nur da bu görüşü destekledi ve "kısa film yapacaksın Deniz eğer kazanırsan, bu kadar dialog fazla değil mi sence de? Tamam bu fikir güzel ama daha çok nesnelere odaklanan bir hikaye düşünsene" dedi.

Cümlesini bitirir bitirmez, yani o saniyede, Atkı'nın hikayesi, kurgusu aklıma düştü. Aklıma düştü diyorum çünkü bir yazar olarak hiç böylesine bir ilham gelme hali yaşamamıştım.Derken o gece yalnız başına odada yazıldı Atkı. Ertesi sabah, son gün katıldım yarışmaya. Kazandım, filmi çektik bir ay sonra. Öyküm aşağıda..

ATKI

Hızla ona yaklaşmakta olduğunu hissetti. Arkasını döndüğü anda karşısında onu bulacağını biliyordu. Ürperdi. Artık onun varlığını görmese bile hissedebilecek kadar aşık olduğunun farkındaydı. İlk başlarda çok tatlı gelen bu platonik aşk, artık korkutmaya başlamıştı Damla’yı.

Usulca çevirdi başını, evet yanılmıyordu, hızla ona doğru geliyordu Gökhan, onun ya da aşkının farkında olmadan. Rüzgârlıydı hava ve soğuktu, kimsenin sevmediği bir hava türüydü zaten bu kuru soğuk. Gökhan’ın da yüzü ekşimişti, muhtemelen bu havadan dolayı, bir an önce sıcak bir yerlere sığınma isteği okunabiliyordu gözlerinden. Damla uzaktan, iç çekerek, dudağını ısırarak, izlemeye koyuldu yakışıklısını, bir kerecik bile olsa dönüp ona bakması için neler vermezdi o anda, ama bakmıyordu Gökhan, gözleri onun olduğu yöne kaymıyordu bile. Her zamanki gibi Gökhan’ın üzerinde beyaz montu, bacağına kadar sallanan çantası, sıradan ama üzerinde yalnız Damla’nın ve Gökhan’ın tanıyabileceği, küçük olmasına rağmen Gökhan’ın her fırsatta orayı oynaması yüzünden gittikçe büyüyen eski bir sigara yanığı lekesi olan atkısı vardı. Sigara lekesi, atkı ve aşkı, Damla’nın zihninde birleşerek ona her seferinde Gökhan’ı hatırlatıyordu. Atkı’yı izlemeye başladı Damla, onun rüzgarda salınışını sevdi, özgürdü atkı, onu kıskandı çünkü sevdiği insanın boynundaydı. Bütün bu yaşadıkları, duyguları ona özgü müydü? Hayır değildi, hissettiği herşey daha önce birileri tarafından hissedilmiş, aşkını daha önce birileri yaşamıştı, belki de hala yaşıyordu, umutsuzluğa kapıldı, gözleri doldu.

Gökhan’ın kantine doğru yöneldiğini fark etmişti, normalde olsa hemen arkasından giderdi tanışmalarını sağlayacak bir rastlantının karşısına çıkması umuduyla, ama şu an bulunduğu bankın önünde buluşmak için sözleştiği arkadaşı arkasında bitivermişti bile.

Kantin gerçekten sıcaktı. Gökhan’ın ilk düşüncesi bu olmuştu soğuk ve rüzgarlı havadan kurtulduktan sonra. Gözleri boş bir masa aradı, derken Elif’i gördü, yıllardır uzaktan sevdiği kızı her yeni görüşünde aynı heyecanı yaşıyordu. Elif’ in hemen karşısındaki masanın boş olduğunu görünce bunun ilahi bir şans olduğunu düşündü, tereddütsüz gitti, karşısına oturdu. Fark edilmeye çalışarak ama aynı anda rahatsız olmamasını dileyerek izliyordu sevdiği kızın hareketlerini. Dakikalar ilerliyordu ama Elif en ufak bir şey hissetmemiş, bakışlarını tam karşısında oturmasına rağmen bir kez bile Gökhan’a yöneltmemişti. Bir hayaletin bile daha fazla şansı olurdu fark edilme konusunda diye düşündü Gökhan. Beğenilmemeyi çoktan göze almıştı ama varlığının Elif’e hiçbir anlam ifade etmemesi çok üzecekti onu. Aşkının tutkusunu bütünüyle yansıttığını düşündüğü bakışlardan bir süreliğine vazgeçti, düşünmeye başlamalı bir şeyler bulmalıydı. Tekrar baktı Elif’e, önünde açık duran gazeteye yumulmuştu. O anda aklına küçük, küçücük bir fikir geldi Gökhan’ın. Her aşığın yapmak istediği gibi, aşık olduğu insanı kendine benzetmeliydi, Elif’in ona ait olabilmesi, Gökhan’ın çaresiz tutkularının aşkla karşılık bulabilmesi için, Gökhan’a ait olan bir şey Elif’e de ait olmalıydı, sadece ikisinin paylaştığı bir sır gibi mesela, bir atkı gibi. Hızla kalktı, Elif’e doğru yürüdü, yürürken atkısını çıkardı ve Elif neler olduğunu çözemeden onun boynuna doladı. Zamanın sonsuzluğu içerisinde olabilecek en küçük dilimde ona bir bakış attı, sade giyinen Elif’e bu atkı çok yakışmıştı, zaten insan giysileri cinsiyet taşımamalıydı. Elif başını çevirdi, bu yabancı yüzün ona bu atkıyı verişine hiçbir anlam verememişti, birşey söyleyecek olduğu anda Gökhan eliyle sus işareti yaparak hiç konuşmadan hızlı adımlarla uzaklaştı.

Düşünme sırası Elif’teydi ama bu süre çok kısa sürdü, acelesi vardı derse yetişmeliydi ve bu atkı da burada kalmalıydı, onun değildi, o çocuk da galiba deliydi. Atkıyı çıkartıp yanındaki boş sandalyeye koyarken aklına geldi bu çocuğun ondan hoşlanıyor olabileceği, ama bu onun için o anda önemsizdi, tutup bu yabancının atkısıyla dolaşamazdı ortalıkta. Elif koşar adım çıktı kantinden.

Elif’in çıkışıyla, Damla’nın kantine girişi aynı ana rastlamıştı. Damla çok geç kaldığını düşündü, arkadaşını bırakıp geldiği için pişmanlık duydu, attığı yalan için de öyle. Gökhan yoktu, tam çıkacakken sandalyenin üzerinde yere sarkmış hatta hafifçe dokunmakta olan atkıyı fark etti, bu onun atkısıydı, unutmuş olmalıydı, işte istediği rastlantısına kavuşmuştu sonunda, sevindi, uzun zaman olmuştu gerçekten gülmeyeli, güldü özgürce.

Gökhan fakültenin önünde bir arkadaşıyla konuşuyordu, kantinden ayrılalı bir yarım saat olmuştu, Elif’i görmemişti ama neler düşündüğünü çok merak ediyordu. Derken tanımadığı bir kızın, elinde atkısıyla ona yaklaşmakta olduğunu gördü, Damla ona yaklaşırken gülüyordu, birkaç adım sonra karşısındaydı ulaşılmaz erkek.

“Kantinde atkını unutmuşsun, sanırım.”

Gökhan hiç bu kadar şaşırmamıştı şimdiye kadar, bütün olasılıkları teker teker düşünmeye başladı boş boş karşısındaki kıza bakarken, Damla çok doğal görünüyordu oysa, cevabını beklemeye koyuldu.


SON


Deniz ÇEVİK
Ocak 2004

Youtube'a aktardım sonunda filmi, ısrarlara dayanamayarak ;) Yazmayı hiç bırakmayacağım biliyorum ama yönetmenliğim de ışık yok sevgili arkadaşlar, sevgiyle kalın,

1 Ekim 2007 Pazartesi

Olduğu gibi sevmek

Sevgi nedir ki? Ne zaman çıkar karşımıza ? Nasıl gider ? Hayır, bugün aşktan konuşmayacağım, aşka dair zaten çok konuştum şimdiye kadar..

Bugün sevgiyi anlatmaya çalışacağım.. Onun içindeki emekten, birisine verdiğiniz değerin güzelliğinden, paylaşmaktan..

Evet "Selvi Boylum Al Yazmalım" filmindeki Asya repliği gibi : "sevgi emektir" bir yönden, ama başka bir yönden de nedensizdir..Tanımı için çok da kasmamak gerekir..

Ailesini, arkadaşlarını, sevgililerini seven bir adam oldum hep, ama bu zaten işin doğalı.. Ailesini, sevgililerini ama özellikle de arkadaşlarını abartarak seven, bunu bir ritüle dönüştürenlerden her zaman çekindim. Yapay geldi bana o sevgiler.. Sevgi daha sade olmalı.. Daha konuşulmadan yaşanmalı, hissedilmeli..

Herkesi tanıyan, herkesle sosyalleşen bir adam da olmadım hiç bir zaman..Hepinizin çevresinde var böyle insanlar, rastlıyorsunuz ve bazen garipsiyorsunuz davranışlarını..

Göz açıp kapayınca kadar geçecek şu dünyada, şu seyyarede sevgi ne kadar hayatımızda? İnanın çok az, akvaryumlarımızda takılıyoruz kendi kanka balıklarımızla.. Onları yemliyoruz diye övünüyoruz.. Ama değil.. Mesele Facebook'ta 1000 arkadaş yapmak değil.. Kasmadan yapabilecek insanlar da tanıdım son dönemde, yakında o sayıları görürüz..

Mesele dünyaya ne kadar sevgi taşıdığımız.. İnsanları olduğu gibi ama abartmadan nasıl sevdiğimiz.. Bizi iyi insan yapacak olan tanıdıklarımıza değil, tanımadıklarımıza gösterdiğimiz nezaket, incelik belki de.. Aşağıdaki video'yu eminim hepiniz izlediniz.. Bütün dünyaya yayıldı kampanya ama bence aşağıdaki klip gibi olamadı hiç biri. Yalnız bir adamın insanların içini ısıtışı.. Hele o en baştaki teyze.. Sanırım onun bir gülüşü bile çok şeyden önemli şu hayatta..