31 Temmuz 2007 Salı

Varoluş

Her şey sesle başladı.. Sonra düşünce geldi, anlamsız seslere anlamlar yüklemek için.. Söz doğdu ardından..

Konuştu insanlar asırlarca. Birisi durup da diğerine derdin nedir arkadaşım demedi.. Silikleşti düşünceler, karmaşıklaştı.Önce düşünüp sonra konuşanlara filozof dediler, sorular sordu filozoflar hayatı anlamak, anlamlandırmak için. Farklı dillerde benzer anlamlara gelen cevapların önemsiz olduğu binlerce soru...

Tarih dediğimiz soyutluğun herhangi bir parçasında felsefeden bihaber bir ülkede doğdum, sorular sordum hayata. Nedir dedim, ne oluyoruz?

Lise çağlarında bir gün odamda bir deneme karalarken, dikkatim birden pencereye, oradan da karşı sokağa ve oradaki çam ağacına kaydı. Bakıştık bir süre ağaçla, oturduğum yerden yarısını görebiliyordum sadece. Bir an o ağacın diğer yarısının gerçekten orada olup olmadığını sordum kendime. Oturduğum yerden bunu göremezdim, ve cidden ağacın diğer yarısı olmayabilirdi. Kalkmadığım sürece, sormadığım sürece hayatta hiçbir şeyin garantisi olmayacağını o zaman anladım.
Bütün bilindik filozofları okudum ardından, derinlerine inmeye çalıştım, benzer sorulara boğdum kendimi ta ki Albert Camus ile tanışana kadar.



O zaman anladım ki filozof olmak için kendimi sadece felsefeye, veya bilgi birikimine adamam gerekmiyordu. Yazarak.. Kendimi, başkalarını anlatarak da felsefe yapabilirdim. Edebiyatımın- maneviyatımın içine o sorgulayıcılığı kuşkuculuğu, belirsizliği katabilirdim. Her kavramı, duyguyu ikisiyle yoğurabilirdim.



“Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz" diyordu Camus..



Bilgiye değil de yaşadıklarıma güveniyordum artık, hem sorularımı soruyor hem de gözlemliyordum.. Öykülerime o adamdan sonra başladım.. Kurguladım.. Paylaştım insanlarla, hepsinde ayrı heyecanlar yaşadım..



Sonra Jean Paul Sartre geldi dünyama dedi ki kulağıma..



"Bir insan her zaman bir hikaye anlatıcısıdır; kendi hikayeleriyle ve başkalarının hikayeleri ile çevrili yaşar; başına gelen herşeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır"



Hikaye anlatıcısıydım artık. Anlattıkça daha anlaşılmaz oldu hayat :) ama önemli değildi. Yazı almıştı beni içine..


Doğarken yanımda hiçbir bilgi getirmemiştim John Locke’ın söylediği gibi :

"İnsan bütün bilgilerini deneyimleriyle elde eder. Çünkü insan doğuştan hiçbir bilgi ve doğru taşımaz. Doğuştan bir köre bir küple bi küreyi elletseniz. Daha sonra da birden gözleri açılsa. dokunmadan hangisinin küre hangisinin küp olduğunu anlayamaz"

Şu an sadece dokunuyorum küplere kürelere, gözlerim açıldığı zaman başlayacağım sanırım birikimi zihnimin kuytularında beni bekleyen romanıma..

11 Temmuz 2007 Çarşamba

smells like home


Bizler çocukken dünyanın kokusu farklıydı sanki. Yediğimiz abur cuburlar daha mı şekerliydi? Yağmurlar daha mı ıslatıcıydı?

Çocukken evlere özgü markalar vardı mesela yerli komik isimleri olan.. Sonra bizler daha evdeydik.. evle daha iç içeydik.. Eve aittik o da bize. Hayır, işin kırıldığı nokta sandığınız gibi çalışmaya başlamamız değil. Çalışmaya başlama, eve yorgun dönme ne yapacağını bilememe ve günlerin öyle geçmesi değil mesele.

Babalarımız annelerimiz de çalışıyordu. Ama onların işi, eve geldikleri an bitiyordu. Tabi bizlere göre çok daha makul saatlerde dönüyorlardı işten. Bazen sırf bu yüzen birbirleriyle didişecek yeterli vakitleri oluyordu :) Bu bakış açısından günümüz ilişkilerinin daha güzel olması gerekiyor aslında. Vaktiniz az, sevin arkadaşım birbirinizi :)

Yine ebeveynlerden gidersek, onlar çocukluklarını daha toprakta daha doğada geçirdikleri için, köylerini özlediler hep. Piknik gibi etkinliklere yatkın oldular. Yine daha sosyal, daha rahatlardı çünkü hayata bize göre çok daha gözü kara çok daha erken yaşta başlamışlardı. Bu yüzden trip nedir bilmezler mesela tavır nedir kafaları almaz. Doğrular yanlışlar ve mücadele çok açıktır.

Onların çocukluk özlemleriyle bizimkiler farklı, kötü demiyorum sadece farklı. Biz çocukluğumuzdaki evleri sokakları özlüyoruz.

Eski reklamların jingle’ları hatırladıkça çok sevimli geliyor insana. “Mintaxla canım mintaxla” “Eriyip gitmez fax çabucak bitmez fax” “Eti pufum tatlı aşkım benim yumuşak tatlım” Yok şimdi böyle güzellikler ekranda. Billur tuz reklamı yok örneğin. Zamanında, tek kanallı dönemde tuz reklamı varmış düşününce şaka gibi değil mi?

Çizgi filmlerimiz de ayrı bir tattı bizim için, susam sokağı da. Bir kere gündüz kuşağı denen şey çocuklara ait olurdu. Saçma sapan yaratıkları olan Japon çizgi filmleri çıktı gençlik bozuldu. Gündüz programları menopozlu teyzelere kaldı, 90 küsur model çocukların play station’ları var sadece.

Bizim çocukluğumuz sokaklardan o kadar kopuk değildi ama. Biz misket oynardık deli gibi, kızlar da ip atlardı. O iplerdeki kombinasyonları hatırladıkça dehşete düşüyorum. Bildiğin cambazlıktı. Mahalle maçlarında yaşanan rekabeti ben hiçbir profesyonel futbol maçında göremedim. Yenilen gol, üçüncü kornerden yapılan penaltının acısı, suçluluğu... İnanılmazdı. Çocuk da olsan insanlarla birlikteydin. Serseri mayın gibi bacağı kolu yarar gelirdin eve. Anneden yenilen azarın bile tadı başkaydı o haldeyken.

Evlerdeki, sokaktaki koku da kayboldu artık. Babamın gözlerine baktığımda derinlerde köy özlemini, “çocukluğunun köyünün” özlemini okuyabiliyorum. Yaşlanınca biz yukarıda anlattığım ev ve sokak çocukluğunu ne kadar özleyeceğiz merak ediyorum. Yine de annelerimizin gidecek bir köyleri var şu anda. Bizim yaşlılığımıza kalır mı sokaklar?
Photos by İlkay Çanakkalelioğlu ;)

5 Temmuz 2007 Perşembe

Saçını Her Kestirdiğinde Morali Bozulan İnsan Modeli



bu durum hatun kişi için geçerliyse tam bir paradoks oluşturur..
nasıl mı?

açıklayalım
şimdi hatun kişi kuaförüne giderken mevcut saçını beğenmesine rağmen sıkılmış şekilde gitmektedir. Yani beğenilmeyen bir saçın bir kızın kafasındaki gün sayısı oldukça azdır.

Ama kızlar her beğendikleri şeyden eninde sonunda sıkılırlar.. Ya da değişiklik yapmak isterler işte bu sebepten kuaföre gidilir..Kuaför dünyanın en iyi kuaförü de olsa, dünyanın en tarz saç kesimini de yapsa, hatun kişi ilk gördüğü an bu saçı beğenmeyecek, yeni saç modelinden ve yaratıcısı kuaförden nefret edecektir.. bu nefret süreci kendisini yeni saçıyla gören bi tanıdığına kadar devam eder.

Eğer karşısına çıkan ilk tanıdığı bir kızsa "aa saçların süper olmuş" gazına gelme olasılığı vardır.. ve nefret azalacaktir.. Ardından da bi erkekle karşılaşlırsa er kişi saç kesimini anlamasa bile kız da bir değişiklik olduğunu fark edip malak malak sırıtarak bakacaktır bir süre.. Bir erkeğin kendisini görünce afallıyıp malak malak bakması da bir kız için genelde güzel bişeydir.. Nefret bitecek sevgi başlayacaktır..

Bir dahaki kuaföre gidişinde kız saçının aynı geçen sefer de olduğu, sevdiği gibi kesilmesini isteyecektir. Ama kuaför farklı kesecektir.. Milyon tane saç teli var nasil aynisini kessin.. Kiz da o gün saçından nefret edecektir..

İşte bu yüzden bu bir kısırdöngüdür :)

Peki çoğu erkekte bu nasıl gerçekleşir?

Berbere gidilir, istenilen model üç aşağı beş yukarı tarif edilir,berber iş enseye geldiğinde Natürel mi olsun abi diye soracaktır.. Karar üç saniyede verilir ya da daha önceki stil devam ettirilir, ardından Berber favorileri kazımaması konusunda uyarılır, saçlar yıkanır ve çıkılır.
( sürecin İlker gibi saçına aşık adamlarda farklı işlediğini daha çetrefilli olduğunu öngörüyorum bu arada ) :)

Derken Berberden çıkıldıktan sonra bi kankaya rastlanır..

Kanka : Oow saçını mı kestirdin bro?

Sen : Evet abi nasıl olmuş?

Kanka yarım saniye bakar kafaya duygusuzca ve

Kanka : İyi olmuş abi sıhhatler olsun der..

Sen : Eyvallah dersin ve süreç biter :)

Erkek kişi için de uzatma süreci sancılıdır..aylarca şapkayla dolaşılır.. Hele bi de bu süreç yaza geldiyse adam bitiktir.. Plajlarda orada burada madaradır..
Kışın..şapka.. bere.. daha tolere edilir bi durumdur.. :)

Benimkiler hep kısaydı :)

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Med-Cezir

Uzay-zaman bir döngü... Olası paralel evrenlerde sonsuz zamanda sonsuz olasılıkları yaşıyoruz.
O zaman varlığımız bu evrenlerin hepsini aynı anda yaşıyor ama sadece birini ayırt ediyor. Hem her yerdeyiz, hem de hiçbir yerde.

Bizi uzay zaman diliminde döndüren ve olası evrenimizi belirleyen ne? Bilincimiz doğuştan boş bir levhaysa, dokunduklarımız, düşündüklerimiz, hissettiklerimiz dolduruyorsa benliğimizi olası evrenleri nasıl ayırt edebiliriz?

Edemeyiz :)

O yüzden şimdiyi yaşıyor, şimdiyle mutlu oluyoruz...

“Şimdi”de katlanılmaz olan aşk acımız, üç vakit sonra acı bir tebessüme dönüşüyor örneğin...

Seni şu an yaşadığımız uzay-zaman’da tanıdım... Paralel evrenlerde neler oluyor neler bitiyor umurumda değil. Belki birinde çoktan el ele, diz dizeyiz, belki de başka birinde hiç tanışmadık.

Bu yüzden seni benimle karşılaştıran zamanları, mekânları, insanları seviyorum...

Bu yüzden bugün gerçekten mutluyum...

BAŞLANGIÇ

Tarihlerden 4 Temmuz, bir nevi günlük olarak tanımlayabileceğim blog'daki ilk yazım.. Herkese hayırlı olsun şimdiden :)

Bu format ilginç.. ciddi anlamda bir andaçı andırıyor.. ama daha açık daha görülebilir.. o yüzden ne yazarsanız yazın bütünüyle içinizi dökmeniz zor..

Çocukluk çağında yazılan günlükler gibi.. hem onu kimsenin okumayacağını düşünerek yazarsınız.. hem de aynı zamanda okuması için deli olduğunuz insanlar olur ve eninde sonunda başkalarının da onu okuyabileceğini bilirsiniz.

Bilinmek istersiniz çünkü.. açılmak.. kurcalanmak.. tabii ki kıvamında olmalı :)

Bu kıvamı burada iyi tutturacağıma inanıyorum. O hevesle geldim.. Tribüne oynansa da zaman zaman( ki onun da hakkını veririm gerektiğinde) bir kaç samimi cümle bile yakalamak şu zamanlarda artik güzel bizim için..

sevgiyle :)

deniz