30 Eylül 2007 Pazar
hola
Ritm adamlığı, her zaman tam olduğum şeydi. Evrenin ve kuşkulu sonsuzluğunun gizlisinde, saklısında, 4/4'lük bir ritmin bitmeyen metronomunu duydum hep. Tık tık.. Sonsuza kadar süren tınlamalar ve bu sonsuzluğa kattığımız her sessiz an, ritmi oluşturdu..
Ritm sandığımız gibi ses çıkartarak değil, sesleri keserek, akan giden basların, tizlerin yönünü değiştirerek oluşuyor bence.. Ahenk burada..
Bunların arasında da bir enstrüman ayrılıyor diğerlerinden.. Belki en karmaşık olanı, en olmadık ritmleri karşımıza çıkartanı darbuka evet ama benim için en güzeli cajon ( sanduka )..
Peru orijinli Küba çalgısı Cajon'un ilk kez limandaki portakal sandıklarının kenarlarına vurularak çıkarılan seslerden esinlenerek yapıldığı söylenir. (zaten ispanyol müziğinde kuvvetli bir "deniz" ve "liman" ekolü vardır) Telli telsiz, zilli, vs. moderlleri bastan tize geniş bir ses aralığı olan çalgıda , ön satıhın vidalarını sıkıp gevşeterek farklı sesler yakalamak mümkündür, ayrıca içindeki tellerin gerginliğini ayarlayabileceğiniz modeller cidden insanı insanlıktan çıkarır, uçurur..
İzleyin..
27 Eylül 2007 Perşembe
blogum için sıradışı bir hadise
Zaten beni tanıyanlar ne kadar Umut Sarıkaya hastası olduğumu ve yazılarında kendimi çokça bulduğumu bilir. Sizi ve yazıyı başbaşa bırakıyorum.
Bim'de Eski Sevgiliyle Karşılaşmak :
deneyimlerime göre pek fazla samimi olunmayan bir kişiyle yanyana yürümek zorunda kalmaktan sonra en fazla gerginlik yaratan hadisedir. zordur bir zamanlar sevdiğiniz kişinin blume tuvalet kağıdı aldığını görmek, çok zordur onun le cola içtiğine şahıt olmak, çok zordur...
"hayatın nereye doğru yol aldığını kestiremiyoruz. aslında insan gözü kapalı yaşıyor bence. nereye gittiğini bilmeden öylece savruluyor. bazen açıyor gözünü, bir bakıyor aşık olmuş. sonra yine kapıyor açtığında bakıyor terkedilmiş veya terketmiş. sonra yine kapıyor, açtığında görüyor ki yaşlanmış. şuursuzca geçiyor yıllar. kırışan bir yüz. ben miyim diye bakıyorsun aynaya. evet evet benim galiba".
romanım aslında harika gidiyordu. baş karakterim filip bu düşünceleri aslında kendi kendine söylüyor gibi gözükse de topluma çok saf bir şekilde yaşıyorsunuz mesajı veriyordu. mükemmel metaforlarla okuyucuyu kendinden geçirtecektim. daha ilk günden romanı yarılamıştım, hızlı yazıyordum. aslında bu gazla bitirirdim akşam ezanına kadar ama bir de baktım ki bana güç veren iki dostum da bitmiş. patito ve le porta
patito yerken kendimi muazzam bir hayal havuzunda buluyorum nedense. bana güç veriyor ve kuruyan bogazımı nemlendirmek için içtiğim le porta sayesinde de daha bir coşuyorum. ama işte filipin de dediği gibi hayat hiç de istediğimiz gibi gitmiyor.
son patitoyu da attım ağzıma ve bim'e doğru yola çıktım. zaten iki adım ötesi bim. annemin terliklerini giyip çıkayım lan dedim, kim iki saat şimdi bağcık bağlayacak. ama olgun bir erkek insanda eğreti duran şeylerin başında anne terliği geliyormuş canlar ben bunu anladım.
bim her zamanki gibi sakindi. klima çalışıyor ama soğutmuyordu. nasıl bir klima lan bu diyerek incelemeye başladım. ama görevli beni balici sandı, çünkü ayaklarımda da acayip terlikler altımda çamaşır suyu sıçrayıp da rengi atmış bir pijamayla pek de güzel bir gaspçı havası veriyordum.
"abi bu klima üflemiyor galiba" dedim. ama cevap vermedi, işine döndü. ben de doğruca patitoların olduğu yere gittim. aman allahım bu ne güzellik. bissürü patito yan yana. gel de alma. hemen iki paket aldım. zaten sudan ucuz. bir de le porta almak lazımdı. gittim onu da aldım.
tam arkamı dönüp gidecekken tanıdık bir ses duydum. pek bir tanıdık. sanki bir zamanlar kulağıma "aşkım" diye yankılanan bir ses şimdi "süt de alalım. dost süt olsun" diyordu. bir zamanlar kulağıma "seni seviyorum" diye yankılanan bir ses şimdi "yok muratbey kaşar alalım o daha ucuz" diyordu. yavaşça arkamı döndüm. patitolar ve le porta elimden yere düştü. evet, eski sevgilimdi bu.
bir zamanlar sevdiğim kadındı. bir zamanlar elele tutuşarak mal gibi gezdiğimiz kadın. şimdi nişanlısıyla bim'e gelmiş alışveriş yapıyordu. bir zamanlar aşık olduğum kadındı bu. ve alışveriş arabasında le cola, blume, dost süt, dost peynir, muratbey kaşarları gibi birsürü ürün vardı. evet bir zamanlar uğruna canımı verebileceğim kadındı bu.
ben şaşkınlıktan elimdekileri yere düşürünce bunlar birden irkildi ve hemen arkasını döndü. ben, beni görmesinler diye hızlıca aşağıya eğildim ama lanet olası bim'de raf diye bir şey yok ki. tansaş olsa arkadaki adam seni göremez ama raf yerine kolilerde ürün sergileyen bim sayesinde saklanamadım.
peki size sorarım. siz arkanızı döndüğünüzde, devekuşu gibi saklandığını sanan ama ayağında ufak numara anne terlikleriyle sıçar gibi çömelmiş ve kıç çatalı gözüken bir adam görseniz ne yaparsanız? işte onlar da öyle yaptılar. bastılar kahkahayı. yavaş ve gurur yıkılmışça ayağa kalktım. le portam mahzunca yerden bana bakıyordu. ben gibi yıkılmış, öylece yatıyordu.
gözlerine baktım. le portanın değil lan, eski sevgilimin. bana baktı, mahzun bir bakış görmek isterdim ama alay ediyordu resmen. ayaklarıma bakıyordu. anne terliği giymiş, parmakları ucundan çıkmış bir ayak. buydum işte. sen bu adamla bir zamanlar çıkmıştın. şimdiki sevgilin çok iyi giyinmiş ama bir bak bakayım ona. bim'de bu şıklık? sence de biraz samimiyetsiz değil mi? ben en azından yakışıyorum buraya. içimden geldiği gibiyim.
böyle düşündüm ama sonra hassiktir dedim. adam kapmış kızı, ben de lavuk gibi pijamayla terlikle geziyorum. kim naapsın lan beni. "nasılsın görüşmeyeli?" dedim. "iyiyim" dedi. "ne güzel" dedim. "hıhı" dedi. gittikçe gerginleşiyordu ortam. yeni sevgilisi kıllandı mı acaba diye baktım ama "nasıl olsa bu lavuktan bir zarar gelmez" düşüncesi hasıl olduğundan zerre skinde değildim herifin. adam en ucuz kangal sucuğu seçmekle meşguldu.
"niye böyle olduk biz?" der gibi baktım. "ne diyorsun?" der gibi baktı bana. "niye böyle olduk diyorum?" der gibi tekrar baktım. "ne diyorsun anlamıyorum" der gibi tekrar baktı bana. "neyse siktir et" der gibi baktım. siktir etti alışverişe devam etti. bir güle güle demeden.
gözyaşlarımı saklayarak iki poşet patitoyu ve le portamı yerden aldım ve kasaya gittim. bir de blume peçete aldım yüzlük paket, gözyaşlarımı silmek için. kasadaki görevli yine baliciymişim gibi baktı bana, "paran var mı" der gibi baktı bana, bana bakmasın artık kimse. al lan paranı der gibi uzattım, para üstü beklemeden çıktım ama sonra hemen geri dönüp şahsiyetsizce aldım paranın üstünü. tam çıkacakken fiş almayı unuttuğum aklıma geldi. dönüp onu da aldım. mina koyim, bir romantizm de yaşayamadık be.
eve giderken serkan geldi yavaşça yanıma. tek dostum, yoldaşım, üzgün olduğumu anlayabilen tek insan."abi bir şey diycem. pijamanın kıçında delik var, kıçın gözüküyor, baya bir büyük"o günden beri evdeyim. bim'e de kapıcıyı yolluyorum.
sözlük yazarı peder zickler'den.. :)
25 Eylül 2007 Salı
If I can't eat tiramisu in heaven, I will not go there





24 Eylül 2007 Pazartesi
Puslu Kıtalar Atlası

"tui lucent oculi
sicut solis radii
sicut splendor fulguris
lucem donat tenebris" (*)
Düşlerim gerçek gibi geliyor bazen, mutlu mutlu gülümsüyorum ya da irkilerek uyanıyorum..Karabasanları bilir misiniz? Uykuda olduğunuzu bilirsiniz ya da değilsinizdir bilemezsiniz hiç bir şeyi.. Ama kaçamazsınız, yatakta kalırsınız.. Gözlerinizi açmaya çalıştıkça daha fazla kapanır.. Gariptir.. Hiçlik de çok garip..
Düşü ve gerçeği neyin ayırabileceğini ben bilmiyorum.. Şimdi harflere dokunurken belli belirsiz, belki de bir düşteyim.. Gittiğim yerleri, tanıdığım insanları geçiriyorum zihnimden, zihnim bir günlük sanki..
Doğaçlama yazmak istiyorum.. Öykülerimde olduğu gibi kurgular yapmadan.. Öykülerimde insanları düşlüyorum, yazılarımda var oluyorlar.. Sonrasında bırakıyorum ama onları bir köşeye, sizlerle paylaştıkça var olacaklar belki de.. Onlar benim düşüm, onların da düşü sizlersiniz..
Yazar İhsan Oktay Anar gibi mırıldanıyorum : "dünya bir düştür.evet, dünya...ah! evet, dünya bir masaldır"
(*) "senin karanlıktan uzak erdemli gözlerin güneşin ışıkları gibi parlıyor"
23 Eylül 2007 Pazar
Farklarımız çalındı..
Fotoğraflarıma bakıyordum bilgisayarda iki fotoğraf dikkatimi çekti. Ki hangi ruh hallerinde eski fotoğraflara bakılır ayrı bir yazı konusu :) Üstteki fotoğraf Rock n Coke 2006, alttaki ise Rock n Coke 2007'den.
İki fotoğraf arasındaki yedi farkı bulun diyemiyorum. Sayamayacağım kadar çok fark var. Mesela 2007'de daha kelim, 2006'da sakalsız cidden bir şeye benzemiyorum :) Sayamayacağım kadar çok fark var iki fotoğrafta ama aynı zamanda hiç fark yok. Yine serin bir haftasonu, güzel bir ambians, yanımda sevdiğim dostlarım mutluyum vs vs..
Ama iki sene arayla "aynı"yı yaşıyorum. Hatta bütün albüme baktığım zaman farklı duyguları farklı fotoğrafları bulamıyorum. Belki de hiç birimiz bulamayacağız kendi fotoğraflarımızda farkları. Aynıları yaşayınca, aynılar görüntüleniyor, farklarımız çalınıyor.
Bu bir devre, hayatımızın devrelerinden biri. Benim için bu devre universiteyi kazanmamla başladı. Haftasonları özellikle cumartesi günlerinde mekanlara gidiyoruz, pazar mangal yakıyoruz, haftaiçi bir gün yine atıyoruz kendimizi bi cafeye, çoğunlukla konser, çoğunlukla sinema, tiyatroya arada gidiyoruz, eve dvd alıyoruz, aktiviteler planlıyoruz.. Karbon kağıtlar koyuyoruz günlerin arasına.
Çok eğlendiğimiz, çok güldüğümüz günler oluyor. Ama bu devir de bitecek. Muhtemelen evlenip, çoluk çoçuğa karıştıktan sonra başka bir otomatiğe bağlayacağız. Yine mutlu olacağız ama yine "aynı" olacağız. Sıkışacağız aslında.. Çocuklarımız da daha kötü dünya şartlarında, daha feci "aynı"lara mahkum olacak belki.
Çağlar, insanlar, devirler farklarını yitirecek, gelecek geçmişe benziyor olacak belki de. Elimizde zamandan ve hayattan başka ne var ki ?
8 Eylül 2007 Cumartesi
İki yıldır uyuyan Deniz
Farkındasınız değil mi ? Her an uyuyor olabilirim, herkesin uyanık olduğu akşam sekizde örneğin. Haftasonları dışarıda hava ne kadar güzel olursa olsun, öğlen saat 3'te.. Veya ortalık 40 derece sıcakla yanarken, insanlar oturamıyorken terlemekten ben uyuyabilirim.
Neden ? Çünkü seviyorum ya :) Yani uyku gibisi var mı sorarım ey dostlar, bir şey bu kadar mı güzel olabilir.
Çılgın ve aşmış kişilik Şahan'ın aşağıdaki videosu beni anlatıyor.
Bugün öğleden sonra yine uyuyor olacağım. Beni ararsanız bilin ki böyle bir adam açacak telefonu :)
7 Eylül 2007 Cuma
Sith'ler yetişirken

Neyse ne diyodum, ha İlker'le yeni olayımız Distribütörde sabahları sunum için kullandığımız projeksiyon cihazını duvara yansıtıp film aktivitelerine sarmak. İlk gösterimi perşembe akşamı gerçekleştirdik ve Star Wars şölenine başladık. Biz iki star wars manyağı, iki Sith lordu, sevgili Aslı'ya bu seriyi enjekte etmeye başladık. İlk filmin sıkıcılığına, bnm 80 bin kere izlenip bozulan dvd'ime rağmen iyi bi hava yakaladık.
Artık "Sith Lord"ları olarak bir "Apprentice"e sahibiz.
Yazımı Darth Revan adlı bir Sith Lord'unun Jedi'lara söylemiş olduğu bir cümleyle noktalamak istiyorum : "They shall join us... or consumed by us"
Sith'ler ne manyak adamlardır ( bu arada bilmeyenler için en ünlüsü Darth Vader ), consume da ne güzel bi kelimedir, güzel dil ingilizcenin ekstra estetik bi kelimesidir.
Sevgiyle Kalın :)
3 Eylül 2007 Pazartesi
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım..
