28 Şubat 2010 Pazar

Bazen

Bazen durur düşünürsün, ya ben ne kadar şanslı bir insanım ya da ne kadar mutluyum dersin kendine.

Bunu çok demezsin arada gelir. Arada gelmesi iyidir. En iyisidir hatta ve nasıl geldiği de önemlidir tabi.

Geliş zamanları vardır, bazen aşık olduğun zaman gelir, tabi başlarında, en sık böyle rastlanır ama daha güzeli bir neden yokken ve hayat aynı sıradanlığı ile sürerken gelendir.

Son bir kaç hafta sık sık yaşadım bu duyguyu. Ya dedim ne kadar şanslı bir insanım ben.

Herşeyden önce beni çok seven bir ailem, dünya güzelleri ikiz kız kardeşlerim var. Sonra arkadaşlarım, sayıları çok değil ama sıkı arkadaşlar. Yanımdalar, yukarıda Allah var severler, sayarlar beni.

Güzel bir ülkem var ( özellikle Tayland'a gidip geldikten sonra insan ülkesini daha bir seviyor, kıymet biliyor ). Tarihin akışı içerisinde göreceli iyi bir zamanda doğmuşum ( büyük savaş, kıtlık, salgın hastalık en azından şu an için yok )

İnsanın kendisiyle ilgili herhangi bir özellik saymadan ( zeka, tip, yetenek, eğitim, iş vs vs ) bu kadar çok şeye sevinmesi ne güzel. Bu sebepten şimdiye kadar zaten büyük ölçüde pozifit baktığım hayata bundan sonra daha da pozitif bakma niyetindeyim.

Elbette dertler tasalar olacak, onlar hayatın gerçeği ama sadece kamçısı yapmaya, daha güzeli yaşama için geçilmesi gereken uğraşlar olarak görmeye niyetliyim.

Hayat bazen en güzel dostlarını yanına alıp Karşıyaka'da vapura binerken yanına birer bira alıp ılık esen kış rüzgarında Alsancak'a giderken denizi izlemektir geçen haftasonu olduğu gibi. Hayatın bu anlarını daha da çoğaltmak elimde, elimizde..

13 Ocak 2010 Çarşamba

Bekle Bangkok biz geliyoruz

Genelde gezi notları bir mekan gezilip görüldükten sonra yazılır. Bu kez sevgili okur Bangkok'a gitmeden Bangkok'la ilgili bir yazı yazarak sürece sıradışı şekilde yaklaşıyorum.

Tabi bu çok gezen mi bilir çok okuyan mı sorusuna bu kez okuyarak başlıca kaynak olarak ekşi sözlük ve diğer gezi blog sitelerine uğrayarak yanıt bulmaya çalışacağım. Karşılaşacağım Bangkok burada yazacaklarımdan ne kadar farklı olacak onu da dönüş yazımda göreceğiz.

Gidip görenlerin yazdıklarından çıkardığım ilk sonuç buranın uzak doğunun Amsterdam'ı olduğu yönünde, aynı şehir içi kanal sistemi ( tabi biraz pis kokulusundan ) ve daha çok erkeklere hitap eden hızlı gece hayatı sebebi ile.

Şehir ayrıca tam bir tapınaklar kenti. Her köşe başında bir tapınak bulmak olası. 3 4 günde her tapınağı görmek olası değil ama görülmesi gereken olarak belirtilenler şunlar :

Wat Phra Kaew: Kraliyet Sarayı'nın hemen dibinde bu tapınak. Etrafında böyle rengarenk heykeller çatılar. İçeride mutlaka görülmesi gereken Emerald Buda bulunmaktaymış.

Wat Po: Wat Phra Kaew ve Sarayı geçince ulaşılıyormuş. İçeride meşhur Yatan Buda bulunmakta. Boyunun 46, yüksekliğinin 15 metre olduğunu söyleyince neden meşhur olduğunu anladınız herhalde.

Wat Arun: Nehrin karşı yakasından 80 metreye yaklaşan görkemli bir tapınakmış. Tepesinde enfes bir nehir ve şehir manzarası.

Grand Palace: Wat Phra Kaew ile komşularmış . Gitmişken gezilebilir.

Bu arada önemli not her türlü tapınağa giderken ayakkabı-şort-tişört üçlüsünden şaşmamak gerekiyormuş. Terlikle, askılıyla alınmama olasılığı var.

Şehirde İstanbul'u aratmayacak bir trafik varmış. Bu yüzden 3 tekerli motorlu bir araç türü olan Tuk tuk'lar trafikten kurtulma adına mantıklıymış ancak bu tuk tukçularla iyi bir pazarlık elzemmiş. Taksilerle de aynı şekilde. Şehrin sistemi pazarlık üzerine kurulu. Ulaşım da ayrıca metro-tramway-skytrain üçlüsü de iyi bir alternatifmiş.

Şehrin başka bir özelliği de yine İstanbul gibi rengarenk olması. Akşam rengarenk pazarlarda turlarken karşınıza bir fil yavrusu çıkabiliyormuş örneğin. Kulağa muhteşem geliyor.

Bangkok gece hayatinda patpong (ne tür bi mekan oldugunu anladınız herhalde) 'la falan işim olmaz ben lokal gece hayatını merak ediyorum diyorsaniz, royal city avenue şiddetle tavsiye ediliyor.

Rca bir caddede yan yana dizilmiş değişik türlerde muzik yapan 10-15 klupten oluşmaktaymış. Rca turistler tarafından pek rağbet görmediği icin gittiğiniz klupte bir celebrity kadar ilgi görmeniz mümkünmüş. Tavsiye edilen mekan ise Slim. Benim gecelerim antin kuntin yerler yerine bu native'lerin takıldığı Royal city avenue'da geçer şimdiden söyleyeyim.

Peki ne içiyoruz ?

Singha, Singha, Singha. Harika bir lager beer'mış efendim bu, adı "sing" diye telafuz ediliyor. Bununla birlikte sokaklarda envai çeşit meyve suyu, market ve lokantalarda çeşit çeşit buzlu çay ve kahve bulanabiliyormuş. Bu arada tepesi kesilip içine pipet konulan ve çok leziz birşey olan hindistan cevizini de merak etmiyor değilim.

Merak ettiğim konulardan biri olan elektronik eşyalar da abartıldığı kadar olmasa da ucuzmuş. Ayrıca dolandırıcılık konusunda çok ama çok dikkatli olunması gereken bir şehirmiş.

Şimdilik bu kadar, bekle beni Bangkok ben geliyorum.

10 Ocak 2010 Pazar

Gam'sız

Geçenlerde ben hariç hiçbir arkadaşımın metal ve/veya klasik müzik dinleyicisi olmadığını fark ettim. Eski zamanlarda birlikte metal dinlediğim sevgili kankam Ozan'ı bu genellemenin dışında tutuyorum. Gerçi hala metal dinliyor mu bilmiyorum.

Bu farkındalık işyerinden Utku'nun- ki kendisi 38 yaşında ideal bir aile babası- bana hazırladığı karşık metal CD'si ile başladı. Adamda dışarıdan o mülayim duruşu ile tahmin edemeyeceğiniz sertlikte bir arşiv vardı, sağolsun benimle de paylaştı, ufkumu daha da genişletti. ( Onun deyimi ile üçüncü gözüm açıldı )

Onun verdiği gruplardan bir tanesine hasta oldum ve bu müthiş deneyimi, karşılaştığım bu dahi çocukları hiçbir arkadaşım ile paylaşamayacağım gerçeği ile yüz yüze geldim ( Ozan inan senden bile emin değilim, gençler gerçekten sert )

Grup The Black Dahlia Murder, türü melodic death metal. Grup ismini 1947'de ünlü holywood oyuncusu Elizabeth Short'un asla çözülemeyen esrarengiz cinayetinden almış. Gençler bildiğin dahi ancak öküzlemesine brutal vokali ile grubu dinlemek ve keşfetmek için zamana ihtiyaç var,sabırlı olmalısınız. Sabrımın karşılığını alıp bu grubun tüm şarkılarından ve albümlerinden müthiş bir keyif alınca haliyle insanlarla paylaşmak istedim ve bu farkındalık durumu ile karşılaştım. Ben hariç metal müzik dinleyen arkadaşım yoktu.

Bu durum Beethoven, Sergei Rachmaninoff ve Frederic Chopin için de geçerliydi. Taparcasına sevdiğim bu adamların eserlerini dinlerken yalnızdım. Klasik müzik adına çağımızda deneyselliği ile örnek gösterebileceğim Bear Mccreary'i dinlerken de öyle.

Peki yalnız kalmadığım müzik türleri nelerdi. En başta Rock, sonrasında Blues, sonrasında Pop (ben çok nadir dinliyor olsam da ). Nota konvoyları ( Gam ) genelde birbirinin aynısı olan bu müzik türlerine insanlar ölürken, biterken, benim müziğim yalnızları oynuyordu. ( total insan popülasyonu göz önüne alınınca gelinen sonuç )

Pop, Rock ve Rock n Roll'un babası Blues'u ele alalım. ABD'de siyah müzisyenlerin kendi halk müziklerini modern enstrümanlarla icra etmeye başlamaları ile birlikte ortaya çıkmış bir müzik türü. Jaz'ın da hikayesi çok farklı değil.

Karşımızda duran gerçek şu an dinlediğimiz popüler müzik türlerinin kökeninin Afrika olduğunu gösteriyor. Çok öngörülebilir, kalıplara boğulmuş, yaratıcılığı ve hayal gücü sınırlı türler. Elbette ki zenci kardeşlerim müzik ve spor da çok yetenekliler ama geçtiğimiz yüzyılda yaptığımız gibi tüm dünya müziğini onların kalıplarıyla sınırlamaya ne gerek var.

Afrika ekolünün karşısında ise sadece Avrupanın klasik müziği var ki bu da iki evreye ayrılır. Afrika müziği gibi kalıplı olan klasik çağ ( Beethoven öncesi ), sıradışı herşeyin olabileceği, yaratıcılığın sonsuza gittiği romantik çağ ( Beethoven sonrası ).

İşte metal müzik de ( özellikle death metal ) bu noktada Beethoven'in eski klasik müziğin kalıplarını dağıtması gibi şu an Rock'ın, Pop'un, Blues'un kalıplarını eziyor. Beklenmeyen, öngörülemeyen, sert ve aykırı müziği yaratıyor. Gamlar, Gitar Riff'leri (kısa, tekrar eden nota grubu, motif ) ve vokal kural dinlemiyor. Eh vokal kural dinlemeyince de brutal oluyor, kafa ütülüyor ama türe yakışıyor. Konu açılmışken halk dilinde "böğüren" vokalistlerin bir çoğunun zaten çok iyi clean vokalleri var, tercih meselesi hepsi bu. Bu müzik yaratıcılıkta sonsuza gidiyor beni mest ediyor, müziğin kurallarını ters yüz ediyor ve ettikçe yalnızlaşıyor.

İşin üzücü yanı ise bu metal dinleyenlerin büyük bölümünün sadece hayatlarının bir bölümünde ve özenti olarak dinlemesi. Dinleyicileri işin müzikal anlamda anlattığım boyutunu ( klasik müzik-romatik çağa yakınlık) algılamaktan çok uzaklar . Hatta sadece dinleyen değil icra eden birçok metal müzisyenin de bu durumdan bihaber olduğuna eminim.

Rock'ın da aslında 90'ların başında bu kalıpları aşması için bir şansı olmuştu. Nirvana. Bu şansı ve Kurt Cobain'i kaçırdı.

25 Aralık 2009 Cuma

Sabahattin Ali'yi Özlemek


Onu çok geç keşfettim. Aslında keşfetmeden önceki yıllarda iyi bir okurdum. Gerçi onu keşfetmemiş bir Türk okur ne kadar iyi bir okurdur o da tartışılır.

Öyküler yazıyordum. Arkadaşlara gönderiyor, hevesle yorumlar bekliyordum. Olumsuz olanlara bile çok seviniyor, her eleştriden keyif alıyordum.

Sonra bir gün,kankam, Fatma Nur şöyle bir soruyla geldi : "Sabahattin Ali okuyor musun ? Onu andırıyor yazıların." O zamana kadar Sabahattin Ali'yi hiç okumadığım için bir tepki verememiştim bu yoruma, ama şu an gelse şöyle derdim herhalde " Onu okumak mı ? Kendisine tapıyorum ama yazılarım onu andıracak seviyeden çok uzak."

Evet benim de güzel öykülerim var. Okurken sevebilirsiniz. Ama dahi olmak bambaşka bir şey. Sabahattin Ali de bir dahiydi. Çoğumuz hala bilmiyor, hiç okumadı ve ne yazık ki hiç okumayacak. Sadece üç romanı var ve çok gençti aramızdan ayrılırken. 41 yaşına kadar sekiz öykü kitabı, üç de roman yazmıştı. Ayrıca yüzlerce şiir ki bunların bir çoğu bestelendi ve bilinçsizce kafamıza kafanan şarkılara dönüştü ( leylim ley, aldırma gönül,dağlardır dağlar vs vs )

Romanlarının sonuncusu en güzeli "Kürk Mantolu Madonna" nazarımda ölmeden önce okunması gereken beş kitaptan biridir. O kitabı değerlendirmeye burada hiç girmeyeceğim çünkü sayfalar sürer analizi. Ama ne yapın ne edin mutlaka okuyun, hayatta kendiniz için yapacağınız en iyi şeylerden biridir.

O derin analizleri, hepimizin hissettiği ama dile getiremediği duyguları basit cümlelerle tarif etmesi. Her satırından hissedilen insanlığı ve adamlığı ile gerçek bir hayat tecrübesi ve bence şu an yazdığım bütün övgüleri hakediyor Sabahattin Ali. Belki de daha fazlasını hakediyor.

Seni çok özlüyorum üstad ve hep hayal ediyorum, öldürülmemiş olsan, daha neler bırakabilirdin bize, yine de dehanı kendine saklamadığın, eserlerinle bizimle paylaştığın için çok teşekkürler,

Kürk Mantolu Madonna'dan kısa bir parağraf ile bitiriyorum yazımı

"Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.

Bunun böyle olmaması lazımdı."

26 Temmuz 2009 Pazar

Toptan Fiyatına Perakende Duygular

2000'li yıllar ve internet ile çoğumuzun hayatında yeni bir kavram var. Dev prodüksiyon diziler..

Hemen hepimiz bu akımdan etkilendik..Ve hayatımızın bir dönemi bu dizileri internet aracılığı ile indirip haftalık takip ederek geçti, belki de hala geçiyor. Bense o ilk çılgınlığı atlattığım şu günlerde bu dizileri sorguluyorum. Nasıl bu kadar tutuyorlar ?

2000 diziler kuşağında benim gönlümün sultanı Battlestar Galactica, daha önce burada da yazmıştım. Ayrı bir yeri var yüreğimde, ileride de sevdiğim diziler olacak belki ama bana öyle geliyor ki, hiçbiri onun boşluğunu dolduramayacak. Başlangıcında sabır isteyen ama sizi kendine çektikçe derinleşen, güçlü oyunculukların mükemmele yakın bir senaryo ile birleştiği bir başyapıttı. Bear Mccreary tarafından bestelenen müziklerinin unutulmaz olduğunu dizi takipçileri bilir. Ama artık o yok hayatımda..

Peki beni haftalık takipçi yapan ilk dizi o muydu ? Hayır, ilki çoğunuzun da bir dönem ya da hala takip ettiği Lost'tu. Ki kendisi kofti bir dizi olduğunu üçüncü sezonu ile birlikte göstermeye başlamıştı. Benim gibi hala takip edenlerin çoğu alışkanlık nedeni ile bırakamıyorlar.

Hatırlayın ilk senelerini, Perşembeyi nasıl da beklerdik. Jack'e ne olacak ? Sawyer'le Kate'in buldukları yer neresi ? John nasıl bir adam ? vs vs . Sevgili okuyucu Jack'i opiyim sana birşey olmasın. Bizi bir şekilde alıyorlar bu dizilerin içine.. Hak eden dizi de bağımlılık yapabiliyor etmeyen de..

Peki neden ? Bu dev prodüksiyonlarda yukarıdaki başlığım var çünkü.. Yani toptan fiyatına perakende duygular.. Artık iyi filmler çok nadir yapılıyor.. Eski yazarlar bile yeni kötü kitaplar yazıyorlar. Yaşadığımız şehirlerin duyguları derinliği azalıyor ve hızlı tüketim anlatılar, yaşantılar, hikayeler hepsi bu dizilerde önümüze servise hazır sunuluyor. Bir nevi önlerindeki boşluğu değerlendirip ceza sahasına dripling yapan kanat oyuncuları bu diziler.

Yemek sepetinden pizza söyler gibi alıyoruz duyguları, heyecanları. Dünyamız artık asfalt, şehirlerimiz plastik. Yazın biz şehirlerimizden uzaklaşırken o diziler de tatile çıkıyor ki bence sadece reyting değil o tatillerin nedeni. Fast food duygu ihtiyacımızın yazın azalması..

Ben takip etmiyorum ama tahminim benzer şeyleri yerli diziler de yapıyorlar. Onlar da bizim ölçeğimizde dev prodüksiyon çünkü.. Arada ne oluyor, her hafta izlediğimiz o karakterlere benziyor onlardan özellikler alıyoruz, onları çalıp kendi hayatımıza karıyoruz. Bazı senaristler bizim için hayatlarımızı yazıyor.

Doğal olarak hiçbiri bir Süper Baba olmuyor, olamıyor. Hatırlayın.. Ne diziydi...

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Eski Yazılar.. L'etranger.. Eternitiy

Uzun süre verdiğim aradan sonra bloguma geri dönünce neler hissettim ? Eminim hiç umurunda olmayan bir soru bu sevgili okuyucu ama benim için bu sorunun cevabı önemli .

Yabancı. Çok klasik çok öngörülebilir bir cevap farkındayım ama işin özeti bu. Artık blogum benim için bir yabancının eseriydi. Ben yazmamıştım sanki geçmişte bunları, okurken bazılarını beğeniyor bazılarını vasat buluyordum ama güzellik ya da çirkinlik değildi derdim. Nasıl bu kadar yabancı oluyordu insan bir iki senede kendisine. Nasıl bu kadar değişiyordu ? Belki aynı duyguları şu anki Deniz yine yazacaktı ama eminim kelimeler ve dizilişleri bambaşka olacaktı.

Peki kaç kişi oluyoruz bu hayatta ? Ben mesela şu anki Deniz diyorum çok rahat, atıyorum bir beş sene önceki ya da on sene sonraki Deniz'ler nedir ? Periyodlarımız neler ? Evet şimdi değiştim başka bir insanım.. Aaa eskiden neler yaparmışım. Bu grupları ben mi dinliyordum ? Bu filmi sevmiş olamam.. En acımasız eleştriler de her zaman kendimize geliyor bu geçişlerde.

Yazılarım bu kadar yabancıysa bana neden yazıyorum ? Acaba onlarca roman yazmış bir yazar da benimle benzer duygulara mı kapılıyor eski kitaplarını okudukça ? Peki bir yazının sonsuzlaşması ne oluyor ? Bir süre sonra sana ait olmayacaksa sen değişeceksen çok güzel bir kitap yazmanın ya da çok iyi bir şarkı bestelemenin anlamı kalıyor mu ?

Sene olmuş 2009, ben 2007de başlamışım bu bloga. Bu arada sene 2009 olmuş ya. 2009'da dünyaya gelen bebekler sözüm size : Arkadaşlar biraz geç kaldınız.. 2009'da doğulur mu ya ? Geçti baba ortamlar bitti, yaşandı yaşanacaklar.. Anladınız siz.. Sene olmuş 2009 ne diyim size ?

Nerede kalmıştık ? Yazılar ve onun sonsuzluğunda. Elbette bu amatör blogumdaki yazıların sonsuz değer taşıyacak ebedi eserler olmasını beklemiyorum. Öyle de yazmıyorum zaten ( istediğim zaman ne ebedi, ne sonsuz, ne vurucu yazarım, öykülerimi okuduysan bilirsin sevgili okur ). Ama yine de ters giden birşeyler var..

Sen gittikten sonra bu dünyada bıraktıklarının eserlerinin yaşaması buna tamam. Sanatçılar bence güzel işler yapıyorsunuz ama ya hayatta iken yarattıklarınızın, sonsuzluk umudu taşıyan eserlerinizin size yabancı olması.. Buna nasıl dayanıyorsunuz ? Bu gerçekle nasıl yaşıyorsunuz ?

İlginç bir durum..

12 Temmuz 2009 Pazar

Rekabetin Troykası

Çoğumuz üç büyüklerden birini tutuyoruz. Bazılarımız çocukken şampiyon olduğu için, bazılarımız ailesinden, bazılarımız nasıl olduğunu hatırlamadığımız nedenler ötürü üç İstanbul takımından birini destekliyoruz.

Futbol benim için bir tutku yakından tanıyanlar zaten biliyor. Galatasaraylı olduğumu da biliyorsunuz. Klasik sorulara ve sonuçlara dalıp klişelerin ortasına düşmeye niyetim yok bu yazıda. Yani Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş taraftarlarının varsa bir ortak özelliği buradan genellemeler yapacak değilim.

Çünkü ülkemizdeki rekabet diğer futbol ülkelerindeki gibi semboller, mezhepler, ırklar veya şehirler yüklemiyor bu üç takımın üstüne. Üçü de İstanbul'dan çıkmış, üçü de birbirine çok benziyor, üçü de çok büyük olduğunu iddia ediyor.

Bu yazıdaki motivasyonum büyüklük ya da başarı tartışması da değil. Üzerine konuşmak istediğim olgu takımların yıllar içerisinde belli bir futbol karakteri kazanması, bu karakteri yaşatması ve taraftarlarının bilinç altında bir futbol zevki şablonu oluşturması.

Şu an transfer dönemindeyiz ve bu dönemde gerek takımların transfer politikaları, gerekse taraftarların yapılan transferlere verdikleri tepkiler uzun yıllar boyunca oluşmuş futbol karakterlerinin izlerini taşıyor.

Öncelikle Galatasaray'dan başlayalım. Galatasarayın ekolü Alman futbolundan çok etkilenmiş. Yüksek ihtimal 86'da teknik direktör olarak Jupp Derwall ile başlayan 93'te Karl Heinz Feldkamp ile şekillenen karakter günümüzdeki Galatasaray kulüp ve taraftar reflekslerini belirledi diyebiliriz. Örneklemek gerekirse Sarı Kırmızlı taraftarlar hep tam bir takım oyunu görmek isterler sahada. Bireysel yeteneklerden çok takımda herkesin başarı için son dakikaya kadar çabalaması esastır ve takım oyununun en önemli yükünü orta saha oyuncuları taşır. Bu yüzden taraftarlar en çok orta saha oyuncularının transferlerine sevinir, yeri geldiğinde en fazla onlar eleştirilir.

Fenerbahçe'de ise nereden geldiğini tam bilemediğim bir Brezilya ekolü var. Bu takım şu andaki gibi Brezilyalı futbolcularla dolmadan önce de böyleydi. Özetle Fenerbahçe taraftarı sahada şov görmek ister, mutlaka farklı galibiyet alınmalıdır, tek farklı galibiyetler Fenerbahçe'ye göre değildir. Ve bu yüzden Sarı Lacivertli taraftarlar en çok santrafor transferlerinde heyecanlanır, Fener de Cimbom'un parayı orta sahaya yatırmasının benzeri çok pahalı santrafor transferlerine imza atar. 14 milyon euro'luk Guiza transferi gibi.

Beşiktaş'ta ise Gordon Milne ile başlayan bir İngiliz ekolü var diyebiliriz. Beşiktaşın bildiğimiz sportif başarılarının çoğu Milne döneminden sonra yaşandığı için bu karaktere çok şaşırmamalıyız aslında. Bu ingiliz sistemi ise kanat oyuncularını ilk sıraya taşır ve bu oyuncuların yaptığı ortaları gole çevirecek karambol santraforlarını. Bir düşünün Beşiktaş'ta başarılı olan forvetleri, İlhan Mansız'dan Feyyaz'a, Pascal Nouma'dan Nobre'ye hepsi tek topla gol atan ceza saha fırsatçısı karambol santraforlarıdır.

Yöneticilerin içine işlemiş bu anlayışlarla aslında bir kısır döngü içerisindeler. Bu sene merak edilen Galatasaray'ın Hollandalı teknik adamı ile total futbola göz kırparak bu tarzı değiştirip değiştirmeyeceği ? Galatarasay'ın olası tarz değişimi belki diğer kulüp teknik direktörlerini de rahatlatacak ve belki de o zaman Türk Futboluna yön veren karakterlere kavuşacak kulüplerimiz. İhtiyacımız olan bu transfer motivasyonu miraslarından kurtulmak ve takımları daha dengeli kurmak.